Kadın Devrimi (1)

  • 09:02 24 Şubat 2025
  • Dosya
 
Kapitalist modernite ulus devlet krizi!
 
HABER MERKEZİ - Kürt kadınların 21’inci yüzyılı “Kadın yüzyılı” yapmaya ilişkin adım adım geliştirdiği “Kadın devrimi” perspektifi ve tartışmaları Kapitalist modernitenin kadınlara yönelik savaşının önemli sacayaklarından biri olan ulus devlet ve iktidarların yarattığı krizi çözümlemekten geçiyor.
 
Dünyanın her yerinde kapitalist modernite sisteminin kadınlara yönelik sistematik saldırıları var. Saldırılara karşı da kadın direnişi var. Kadınların her türlü baskı, şiddet ve yok saymaya karşı yürüttüğü mücadele ile “21’inci yüzyılın kadın yüz yılı” olacağı tespitini doğrularken bunun da bir “Kadın devrimi” ile gerçekleşeceği belirtiliyor. Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi'nin “Kadın devrimi” konusundaki tartışmaları, değerlendirme ve tespitleri bu konuda önemli bir yerde duruyor. 
 
Geçmiş, şimdi ve gelecek sürekli birbirini aydınlatır ve tarih bilinci olanlar, bugünü anlayabilir ve yarını öngörebilirler. Tarihsel akışa yön verebilme onun kavranmasıyla gerçekleşir. Bu yüzyılın gidişatına kadınların yön verebileceği, vermesi gerektiği ‘21. yüzyıl kadın yüzyılıdır’ tespitinde anlam bulur. Bilgi-bilim çağı, kapitalizmin küreselleştiği finans kapital çağı, kapitalizmin devrevi ya da yapısal kriz dönemi olarak tanımlanan bir çağın kadın yüzyılı olduğunun göstergeleri nelerdir? Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle bu yüzyılın krizlerinin olduğu kadar alternatiflerinin kaynağındaki toplumsal tarihinin aydınlatılması gerekir.
 
Başlarken, “Neden kadın devrimi” sorusuna cevap olarak Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi’nin küresel sömürü sistemi olan kapitalizmin yarattığı kriz ve sorunlara ilişkin değerlendirmeleri oldukça önemli bir yerde duruyor.  Kadın devriminin neden 21’inci yüz yılda önemli olduğunu anlamak açısından kapitalist modernitenin yapısal krizini ele almak önemli. Kapitalist modernitenin yapısal krizinin de ulus devlet, ekolojik kriz, ekonomik kriz ve kadın kırımının yaşanmasında kendisini dışa vurduğu günümüzde ortaya çıkıyor. Bunların her birini ayrı ayrı ele almak konunun anlaşılırlığı açısından önemli. 
 
Yazı dizimizin bu bölümünde Kürt kadın hareketinin yapısal kriz tanımlaması ve ulus devletin yarattığı krizin nasıl yaşandığı ele alınacak. 
 
Neden yapısal kriz deniyor?
 
Bugün derin bir yapısal kriz içinde olduğunu söylediğimiz kapitalizmi, erkek egemenliğine dayalı gelişen 5 bin yıllık bir sistem olarak çözümlediğimizde bu çağda karşı karşıya kaldığımız kadın kırımı daha anlaşılır hale gelir. Sürekli yeni erkek egemenlikleri ve kadın kölelikleri yaratmadan, bu sistemin kendini sürdürmesi mümkün değildir. Devlet ve uygarlığı yaratan erkek karşı devrimiyle kadına karşı ilk cinsel kırılma kadın bedeni ve emeğinin sömürü süreci başlatılmıştır. Tek tanrılı dinlerle ikinci cinsel kırılma yaratılarak devlet ve erkek egemenliğinin ittifakı kutsanıp ve kurumlaştırılırken kadın köleliği daha da derinleşmiştir. Kapitalizm bu iki cinsel kırılmayı derinleştirerek kadın bedeni ve emeği üzerindeki en büyük sömürü sistemini kurar. Bu nedenle devletli uygarlığın ve onun devamı olan kapitalizmin her yeni hamlesine kadınlara yönelen bir saldırı dalgası ve kadın kırımı eşlik etmiştir. Kapitalizmin Avrupa’da çıkış yapmasının ilk adımlarından birinin cadı avları adı altında kadın katliamı olması gibi 21. yüzyılda derinleşen yapısal bunalımının en ağır bedelleri kadınlara ödetilmekte ve kadın kırımı yapılmaktadır.
 
Ulus-devlet ve iktidarın yarattığı krizler
 
Üçüncü Dünya Savaşı ile giriş yaptığımız bu yüzyılda ulus devletlerin sürdürülemezliği krizin derinleştiği temel alanlardan birini oluşturur. 20. yüzyılda ulus-devletlerin sayısı 3 kat arttı. Fakat ulusların sorunları çözülmediği gibi çizilen sınırlar yeni çatışma ve savaşları beraberinde getirdi. Milliyetçilik ve dincilik ideolojileri ile etnik, dini, kültürel gruplar homojen ulus yaratmaya dayalı projelerin kurbanları haline getirildiler. 21. yüzyılda militarizmin yükselişi her geçen yılda askeri harcamalara ayrılan bütçeden de anlaşılmaktadır. 2019’da askeri harcamalara ayrılan bütçe dünya genelinde toplam 1,917 trilyon dolardır. Ülkelerin silah harcamalarına ayırdıkları bütçeye göre ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Suudi Arabistan, Fransa, Almanya, Japonya, Güney Kore ve Türkiye’nin durumu bunu gösteriyor. Sadece 2019 yılı içerisindeki veriler bunlarken günümüzde bu rakamlar birkaç katına çıkmış durumda. 
 
Milyonlarca insan yaşamını yitirdi
 
Soğuk savaşın sona erdiği söylenmesine rağmen silahlanmaya ayrılan bütçenin sürekli biçimde artması da 21’inci yüzyıl savaşlarının yaygınlığı ve militarizmin yükselişinin göstergeleridir. 20’nci yüzyılda çıkan savaşlarda 136,5 milyon ila 148 milyon arası değişen sayıda insanın yaşamını yitirdiği belirtiliyor. 
 
Ulus devletin karakteri faşizm olarak ortaya çıktı
 
20’nci yüzyılda egemen ulusların kendi içindeki etnik temizlik, soykırım, asimilasyon ve demografik değişim temelinde başlattıkları kırımlarla, ulus-devletin esas karakterinin faşizm olduğu ortaya çıkmış oldu. Dünya üzerindeki tüm ulus-devletler hem kendi toplumları içinde hem de farklı uluslarla sürekli sorunlar üreten bir durumdadır. Kapitalizmin yayılma biçimi doğayı talan etmek, kadınları baskı altına almak, direnen kültürel toplulukları bastırmak, emekçileri sömürmek için sürekli faşizan rejimlere ihtiyaç duymaktadır. Küresel sermayenin yayılımını kolaylaştırmak ve yarattıkları toplumsal krizler nedeniyle aşılacağı ya da demokratikleşeceği düşünülürken tüm dünyada faşizan rejimlerin yeniden iktidar olmasının bir nedeni de budur.
 
Erkek egemenliğinin en kurumsallaşmış hali
 
Erkek egemenliğinin en kurumlaşmış ifadesi olan faşizm düşman olarak tanımladığı halkları sömürüp köleleştirirken, hem ezilen halklar hem de egemen ulusun kadınlarının bedeni ve emeği üzerinde daha özel sömürgecilik biçimlerini geliştirir. Direnen topluluklara dönük uygulamalar soykırım, asimilasyonla nüfuslarının azaltılması, fuhuş-uyuşturucu, sanal yaşamlar, ajanlaştırmayla yozlaşma, işsizlik ve yoksullukla teslim alınmadır. Egemen ulusun nüfusunu arttırma temelinde kürtaj yasakları, erkek egemen zihniyet ile şekillenen ailenin korunması için erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini güçlendirme, çok çocuk doğurmayı teşvik etmek faşizan rejimlerin ortaklaştığı politikalardır. Bu açıdan ulus-devletler aynı zamanda kadın kırım rejimleri olarak tanımlanabilir.
 
Ulus devletlerin yarattığı savaşlar ve kadın kırımı
 
Ulus-devletlerden kaynaklanan savaşlarda bu gerçeklik daha vahşi bir görünüm kazanır. Toprak işgali ile kadın bedenlerinin işgalini özdeşleştiren ordu, polis ve paramiliter çeteler kadınlara dönük tecavüz, kaçırma, şiddet, köleleştirme ve öldürme saldırılarını savaşın bir parçası olarak planlı bir biçimde ve sistematik olarak gerçekleştirirler. Tarihte de çokça örneğine rastlanan bu uygulamalar ulus-devletlerden kaynaklı savaş ve militarizmin artışı ile orantılı biçimde daha yaygın hale geldi. 17’nci yüzyıldan 20’nci yüzyıla kadar sömürgeci ve emperyalist güçler Afrika, Avustralya, Orta Doğu ve İndo-Amerikalı kadınları sistematik taciz, tecavüz, köleleştirme, kısırlaştırma ya da zorla çocuk doğurmalarını dayatarak kırımdan geçirdiler. Birinci Dünya Savaşı sürecinde Türkiye Ermeni, Asuri, Süryani ve Kürt kadınlara dönük benzer uygulamalar yaptı. Dêrsim katliamı bu açıdan Kürt Alevilerin katledilmesi olduğu kadar bir kadın katliamı olarak tarihe geçti. İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler Yahudi kadınlara, Berlin’e giren Rus askerleri Alman kadınlarına, 70’li yıllarda Pakistan ordusu Bangladeşli kadınlara ve Amerikan ordusu Vietnam’daki savaşta benzer biçimde tecavüz kampları kurarak kadın kırımlarını sürdürdüler. 90’lı yıllarda Sırplar Bosnalı on binlerce kadına, Irak’ta Saddam rejimi Enfallerle Kürt ve Şii kadınlara tecavüz edilmesi, kaçırılmasıyla bu kırımı sürdürdüler. Ruanda, Liberya, Sierra Leone’deki iç savaşlarda yüzbinlerce kadın savaşan tarafların sistematik tecavüz ve kadın katliamına uğradı. Yakın tarihte DAİŞ’in Şengal, Irak ve Suriye’de, Boko Haram’ın Afrika’daki saldırılarında aynı yöntemlerle kadın kırımları gerçekleştirildi. Kuzey Suriye’ye saldıran Türkiye ve ona bağlı çeteler Efrîn’de ve yerleştikleri bölgelerde bu uygulamaları sürdürüyor. 
 
İnsan hakları ve savaş hukuku devre dışı
 
21’inciyüzyılda insan hakları, savaş hukuku gibi kavramların tümden devre dışı kaldığı, devletlerin birbirine savaş ilan etmelerine gerek kalmadan savaş teknolojisinin ve insansız hava araçlarının, paramiliter çetelerin, ekonomik krizlerin kullanıldığı yeni tip savaş ve sömürgecilik biçimleri geliştiriliyor. Demografik değişim bu savaşlarda belirleyici bir rolün sahibidir. Binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından edilen halkların yerine yerleştirilen farklı halklar yüzyıllara yayılacak yeni savaş ve çatışma zeminlerinin hazırlanmasını sağlar. Yerlerinden edilen mülteciler çok yönlü bir araç olarak sömürgeci ülkeler ve emperyalistlerce kullanılırlar. Resmi rakamlara göre dünyada 210 milyon insan mülteci kamplarında ya da mülteci olarak yaşamını sürdürmekte, bu rakam her geçen gün yükseliyor. Mülteciler ucuz iş gücü, organ mafyalarının dadandığı zemin, fuhuş sektöründe çalıştırılacak kadın ve çocukların derlendiği bir potansiyel olarak işlev görürler. Kendi topraklarından ve toplumundan koparıldıklarından etnik, dini, kültürel kimlikleri asimilasyona uğrar. Göç yollarında bilinçli yöntemlerle katledilirler. Gittikleri ülkelerde vatandaşlar ve mülteciler biçimindeki ayrım derinleştirilerek, mültecilerin vatandaşlık hakkı alabilmesinin koşulları ağırlaştırılarak işsizliğin ve suçun kaynağı olarak gösterilirler. Bu nedenle milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi saldırıların hedefi olurlar. Suriye’deki savaştan dolayı topraklarından ayrılmak zorunda olanların Türkiye tarafından kullanılma biçimi bunun en bariz örneklerinden biridir. Yapılan araştırmalara göre, Suriyeli mültecilerin gittikleri ülkelerde çocuk yaşta evlilik oranı kadınlarda yüzde 51,3 oranındadır. Bu kadınların büyük bölümü evliliğin temel insani ihtiyaçları karşılamak amacıyla yapılıyor. Bu nedenle ikinci ve üçüncü eş olmayı da kabul etmek zorunda bırakılıyor. Dünyanın birçok yerinde mülteci kadınların kimlik ve vatandaşlık elde edebilmede evliliği zorunlu bir yol olarak gördükleri ortaya çıkmıştır. İnsan hakları derneklerinin araştırmalarına göre kamplardaki kadınlar herhangi bir yere gittiklerinde taciz ve tecavüze uğrama riski taşımakta, kadınların yüzde 60’tan fazlası kendilerini güvende hissetmediklerini belirtiyorlar. 
 
Milliyetçilik, dincilik ve cinsiyetçiliğin beslendiği kaynak
 
Bu, aynı zamanda milliyetçiliğin, dinciliğin ve cinsiyetçiliğin beslendiği bir kaynak işlevi görüyor. Çete örgütlemelerinin geliştirdiği saldırıların yarattığı korkuya dayalı olarak ulus devletler sınırlardaki sıkı önlemleri, güvenlik adı altında kendi yurttaşlarına dönük antidemokratik uygulamaları ve olağanüstü halleri meşrulaştırırlar. Yükseltilen milliyetçiliğin sonucunda birçok ülkede faşist iktidarların işbaşına gelmesinde mültecilerin durumu tehdit aracı olarak kullanılıyor.