Dünden bu güne 'kaçakçılık' veya diğer adıyla 'kolberlik'

  • 09:02 27 Aralık 2020
  • Yaşam
Safiye Alağaş
 
DİYARBAKIR - Kürt coğrafyasında neredeyse yüzyılı aşkın bir süredir "Kaçakçılık" veya diğer adıyla "Kolberlik" sorunu yaşanıyor. Açlık yoksulluk nedeniyle sınır köylülerinin mecburiyetten çıktığı bu zorlu yolculuk kimi zaman yaralanma, işkence, tutuklanma veya ölümle sonuçlanıyor.
 
Yaklaşık 100 yıl önce Osmanlı Devleti'nin parçalanması sürecinde Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, Kürt coğrafyasını 4 parçaya böldü. Devletlerin kendi aralarında paylaştığı Kürt coğrafyası yüzyılı aşkın bir süredir kaçakçı veya diğer adıyla kolberlerin yaşamına tanıklık ediyor. Bu anlaşma da bölünen yalnızca bir coğrafya değil aynı zamanda bir halkı parçalamak birbirinden ayırmak anlamına geliyor. Öncesinde akrabalar arasında ihtiyaçtan kaynaklı yapılan değiş tokuş daha sonra genişleyerek yerini kaçakçılığa bıraktı. Kaçakçılık şimdilerde, zorunluluktan kaynaklı binlerce insanın geçim kaynağı. Bu zorunluluk kaçakçıyı, çıktığı yolda kimi zaman yaralanıp sakatlanmasına, kimi zaman sınır askerleri tarafından işkenceye maruz kalmasına, kimi zaman ise ölümüne kadar götürüyor. İşkence ölüm ve yaralamalar cezasızlık politikalarıyla sonuçlanıyor.
 
İran, Irak Federe Kürdistan Bölgesi ve Türkiye sınırları arasında ticaret yapan kaçakçıların yolcuğu basılan mayınlar veya açılan ateş sonucu ölümle sonuçlanıyor. Ancak maalesef bu ölümlerin çok azından haberdar oluyoruz. İran ve Türkiye'nin Kürtleri “açlıkla terbiye ile teslim alma” politikaları insanları çaresizce kolberlik yapmaya itiyor.
 
Kürt coğrafyasında sınırların tarihi
 
Halk arasındaki akrabalık ve etnik bağ süreç içerisinde yerini ticari bağlara bıraktı. 1928-1954 dönemini diğer dönemlerden ayıran en önemli özellik, sınırın henüz tam olarak belirginleşmemesidir. Bu dönemde akrabalık ilişkileri normal bir şeklide devam eder ve ticaret de daha çok akrabalar arasında yapılır. Sınır sadece bir tel örgüyle çizilir, 1936'ya kadar karşıda kalan tarlalarda hasat günü birlik geçişlerle yapılır.
 
Takas yöntemiyle tütün, palamut, pekmez, kesilmiş ve işlenmiş ağaç götürülüp yerine gaz, tuz, sigara kâğıdı, ampul, lamba fitili, kâğıt getirilir. Malın değişim değeri yüksek, kullanım değeri düşüktü. Malın geçiş yolları doğal geçişler (dere yatağı, dağ arası vb.) üzerinden işliyordu.
 
Sınırlar mayınlandı
 
1952-1974 yılları arasında sınır ilk kez mayınlandı. Tel örgüler belirginleşti ve ilk pusular atıldı. Sınırlar ilk kez gerçekten hissedilmeye başlandı.  Her elli metreye bir gözetleme kulesi konuldu. Her sınır köyüne bir karakol yapılmıştı. Bu karakollar o sınır köylerinin adlarıyla anılmaya başlandı.
 
1954'e kadar karşıyla ticari ilişkilerde benzerlikler daha çok akrabalık ve kan yakınlığı üzerinden sürdürülürken; sınırın tehlikelerinin artışı, ağalık sisteminin beslediği bir tüccar grubunu daha çok öne çıkardı.
 
Rezanlar
 
Bu dönemin bir diğer ilginç özelliği, önemli bir sosyal tip olarak Rezanların (Rehber) belirmesidir. Rezanlar, 1960'a kadar malın (koyunun) siparişini toplayan, karakol önündeki mayını temizleyen, kendisine bir geçiş yolu bir tür patika açan; askerle anlaşan ve hangi gece kimlerle sınırın geçileceğine, geçişin hangi yoldan yapılacağına vb. karar veren sınır rehberleriydi.
 
İzin alınmadığı zamanlarda veya anlaşılan komutanın da geçiş için görevden alınıp yerine başka bir ekibin verildiği veya malın çıktığı köydeki bazı ihbarlar olduğunda geçişler tehlikeli oluyordu.
 
1960-1980 arasında ise dikenli tellerin yükseldi. Pusular daha sık, daha acımasız atıldığı bir dönemdi. Bu dönemde, malı tüccar ısmarlar hale geldi.
 
1960 sonrası sınırda yaşayan yurttaşlar ve rezanların, işçileşmeye başladığı bir dönem oldu. Rezanların öneminin arttığı, sınırın kalınlaştığı, geçişlerin de iyice kısıtlı hale geldiği gibi bedelleri de her geçen gün arttı. Bu dönemde getirilen malın satışı siparişi verene aitti ve sınırın iş giysileri ve kuralları da belirlenmeye başladı.
 
Sipariş üzerine mal getiriliyor
 
1975 tarihinde rezanların söktükleri mayınlar tekrar yerleştirildi ve bir kat daha tel çekildi. Her 50 metrede bir gözetleme kulesi ve bir asker konularak geçişler iyice kısıtlandı.
 
1970'lerin sonlarına doğru ilk pasaportlar çıkarılmaya başlandı. Kapı ve gümrük birer sınır kategorisi olarak belirdi. Kilis ve Antep'teki kaçak malın satıldığı pasajların sahipleri, kasaba eşrafı ve emanetçilerle, önde gelen yerli ailelerdi.
 
Kaçakçılar tamamen ısmarlama taşımaya başlamış, deyim yerindeyse sınır işçisi olmuşlardı. Ismarlama malı almak için boş giden sınır hamalları, lüks elektronik eşya, pahalı parfümler, makyaj malzemesi, lüks mutfak eşyası, yedek makina parçaları, bavul vb. malı getiriyorlardı.
 
Kaçağın yasallaşması
 
1980 sonrası, kaçağın yasallaşması olarak tarif ediliyor. Kaçağın uluslararası olduğu bu dönemde, Nusaybin parlak günlerini yaşadı.
 
Kapılar giderek önem kazanmaya başladı. Sınırın üzeri silikleşirken, sınırın etki alanları ticari değil ama politik olarak öne çıktı. Örneğin Suriye'yle ve Irak'la ilişkiler Kürtlerin sınır sorunları ve PKK üzerinden anılmaya başlandı. Önceleri sınırın siyasi boyutu görülmezken, PKK ile birlikte sınırdaki eylemlerin siyasileştiği boyut görünür hale geldi.
 
Temizlenmiş sınıra mayınların tekrar döşenmesi ile sınır çizgisinin artık işe yaramaz olduğu ilan edildi.
 
1985-1992 tarihinde kaçak mal artık İstanbul ve Mersin'den hava ve deniz yoluyla gelip ilçelerdeki yerel ağlara buradan dağılıyordu. Sınır halkıysa neredeyse tamamen işsizleşmişti.
 
Örneğin, Nusaybin Sınır Kapısı'ndan her gün işe gider gibi bir grup insan (yaklaşık 300 kişi) sabah çıkıp akşam gelerek günübirlikçi denilen sınır kaçağı grubuna giriyordu. Sınır, her bir birikim döneminde, hem eski eşitsizlikleri yeniden üretip hem de yeni eşitsizlikler yaratıyordu.
 
Kaçak mazot ve et
 
Bu dönemde de, Habur Sınır Kapısı'nın birikimi daha çok Irak ve dünya siyasetinin odak noktası olan petrol ticaretiyle anılıyor. Habur'dan, belli bir tonaja kadar giden kamyonların, taşıyabildikleri kadar mazotu getirip, kendi hesaplarına satmaya başladı.
 
1992 ve sonrası dönemleri, savaşın ekonomisi olarak ayrıca ele almak gerekiyor. 1993'te Habur Sınır Kapısı kapatıldı, 1995'te tekrar açılarak, vergisiz mazot getirme yaygınlaştırıldı. Sınırda yaşayan hemen her aile bir tanker almaya başladı. 1989-1995 arasında bölgede taşıyıcı sayısı 50 bine yaklaşırken, 1995-2002 arasında bu rakam 63 bin oldu.
 
Bütün bunlarla birlikte sınırda yaşayan köylüler kendileri için belirledikleri yollardan kolberlik veya diğer adıyla kaçakçılık yapmaya devam etti. Kolberlik sorunu her geçen gün giderek büyüyor. Kimi zaman ölümlerle, işkencelerle gündeme gelse de sorun kalıcı olarak çözülemiyor.
 
Kolberlik sorunu yıllar içinde sinema dünyasına da konu oldu.
 
Kürt sinemacı Yılmaz Güney 1967 çektiği "Ağıt" filmi, sınırda kaçakçılık yapan Hıdır, ektiği toprak çoraksa ve sürdüğü tarla kumsa yapabileceği tek işi yapmaktadır. Karşı taraftan buraya koyun gibi hayvanları kaçırarak hayatını kazanmaya çalışan Hıdır ve Hıdır'ın köyü, askerin gözünde bir suçludan başka değildir.
 
Yılmaz Güney yine 1971 yılında "Hudutların Kanunu" filmiyle kaçakçılık sorununu tekrar ele alıyor. "Hudutların Kanunu" filminde, bir kaçakçı çetesinin reisi olan Çobanoğlu’nun hikâyesini anlatır. Kaçakçılık yapan Çobanoğlu, yörede efsaneleşmiştir. Ekibiyle birlikte dağlarda hem ölümle hem de yoklukla baş etmeye çalışır.
 
Kürt Yönetmen Bahman Gobadi'nin 2000 yapımı ilk filmi "Sarhoş Atlar Zamanı (Dema Hespên Serxweş)", İran-Irak sınırında hayatlarını ortaya koyarak kaçakçılık yapan, yaşam mücadelesi veren çocuk yaştaki Kürtleri anlatır. Mekân İran yakınlarındaki Gobadi'nin de köyü olan Kürt köyü Bane'dir.