Antropolog Derya Aydın: İsrail ve Türkiye'nin ölüye yönelik politikaları aynı

  • 09:01 28 Mayıs 2022
  • Güncel
 
Derya Ren
 
DİYARBAKIR - Ölüye yönelik şiddetin belli bir tertibat ve politika ile gerçekleştiğini belirten antropolog Derya Aydın, “Türkiye'de ölüye yönelik şiddetin canlıya yönelik şiddetle bağlı olduğunu görmek gerekiyor. İktidarların şiddetin sınırlarını halklara, direnişçilere, muhaliflere göstermek için ölülere yönelik şiddeti geliştirdiğini görmek mümkün. Bununla birlikte “ölüm siyaseti” bir düşmanlık siyasetidir” dedi. 
 
Türkiye ve Kürdistan kentlerinde cenazelere, mezarlıklara yönelik şiddet dünden bugüne var olan; devletin şiddet dili ile de doğru orantılı bir şekilde sistematik bir hal alan bir olguya dönüştü. Özellikle son süreçte bu durum farklı bir boyuta ulaşırken, söz konusu politikaya karşı aileler ve insan hak örgütleri büyük mücadeleler yürütüyor. Aralarında akademisyen, gazeteci, yazar, hukukçu ve insan hakları savunucularının olduğu bir grup, özyönetim süreçlerinden hemen sonra bir araya gelerek Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ni oluşturdular. Oluşturulan bu inisiyatif ile ölüye yönelik şiddetin açığa çıkması ve yok edilmeye çalışılan hafızaya dikkat çekiliyor.
 
Geçtiğimiz günlerde İsrail polisi tarafından katledilen Gazeteci Şirin Ebu Akile'nin cenazesine İsrail polisi saldırmış ve Şirin'i defnedilmesine uzun bir süre izin verilmemişti. 11 Mayıs'ta yaşamını yitiren Kürt siyasetçi Aysel Doğan'ın cenazesi memleketi Dersim'e getirilerek kalabalık bir kitle ile defnedilmek istenmişti. Ancak Şirin'in cenazesine yönelik yapılan saldırının benzeri Aysel'in cenazesine de yapıldı. Aysel'in cenazesini defnetmek isteyen kalabalığa polis biber gazı ve tazyikli su ile saldırırken birçok kişi bu saldırıda yaralandı. Aysel'in cenazesi daha sonra polisler tarafından kitleden kaçırılarak, sınırlı sayıda kişinin katılımı ile defnedildi. 
 
Kürt toplumunda şiddet, ölüm ve yas üzerine çalışan Ölüye Saygı İnisiyatifi eş sözcüsü Derya Aydın son süreçte sistematik bir hal alan cenazelere saldırı, gömülme hakkının engellenmesi ve cenazeye katılanlara dönük engellemelere ilişkin sorularımızı yanıtladı. 
 
“Ölülere yönelik şiddete karşı mücadele ise yeni bir mücadele değil. 90’larda insanların cenaze törenlerine katılması, cenazelerini bulmak için verdikleri mücadele esnasında kendilerinin de direk şiddetin hedefi olması da bunun bir parçası”
 
*Öncelikle neden böyle bir inisiyatif kurma ihtiyacı duydunuz? İnisiyatifi kurduktan sonrasını biraz anlatır mısınız, neler yaptınız? 
 
İnisiyatif yaklaşık 1 buçuk yıl önce oluştu. Türkiye’de ölülere yönelik şiddet yeni bir şey değil, uzun soluklu bir şiddet söz konusu. Bu durumun 90’larda yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Ancak 90’lardan önce Ermenilerin cenazelerine yönelik de çok ciddi bir şiddet söz konusuydu. Çözüm sürecinin yaşandığı süreçte ölülere yönelik şiddetin azaldığını görmekteyiz. Hatta çatışmalarda yaşamını yitirenlerin aileleri cenazelerini alarak törenler yaptılar. Ancak 2015 tarihinde tekrardan çatışmalı sürecin başlamasının ardından Kürdistan’da ölülere yönelik şiddetin tekrardan başladığını gördük. Ölülere yönelik şiddete karşı mücadele ise yeni bir mücadele değil. 90’larda insanların cenaze törenlerine katılması, cenazelerini bulmak için verdikleri mücadele esnasında kendilerinin de direk şiddetin hedefi olması da bunun bir parçası. Bunun için örgütlendiler, çeşitli kurumlar kurdular. Türkiye’de kamusal alanda da yas üzerinden ayrımcılığa bir karşı çıkış olarak Cumartesi Anneleri’nin eylemi biliniyor.
 
Kürdistan’da 2000’li yıllarda MEBYA-DER, İHD, hak savunucuları ve hukukçular çeşitli çalışmalar yaptılar. Yapılan çalışmalar ile beraber birçok kentte toplu mezarlar ortaya çıktı. Ancak ölülere yönelik şiddet 2015 yılında çok şiddetli bir şekilde yaşandı. Örneğin mezarlıklar tahrip edildi ve havadan bombalandı. Yapılan bu saldırılar Dersim’de kayıt altına alındı. 2016 yılına geldiğimiz zaman ise çatışmaların yaşandığı kentlerde de bu saldırıların had safhada olduğunu görüyoruz. Cizre buna çarpıcı bir örnektir. Taybet İnan’ın cenazesi Silopi’de günlerce sokakta kaldı, Hacı Lokman Birlik’in cenazesi zırhlı aracın arkasına bağlanarak yerde sürüklendi. Cenazeler, kargo ile ailelerine gönderildi. Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesi Ankara’da defnedildiği yerden çıkarılarak, Dersim’e götürülüp defnedildi. Bitlis’te bulunan Olek mezrasında bulunan Garzan Mezarlığı’nda defnedilen 300’e yakın cenaze çıkarılarak İstanbul’a getirildi. Böylesi bir süreçte de insan hak savunucuları, akademisyenler, gazeteciler, aileler ve hukukçular bir araya gelerek neler yapılması üzerinden konuştular.
 
* Sizin çalışmalarını yürüttüğünüz inisiyatifin dünyanın başka yerinde örneği var mı?
 
Dünyanın farklı yerlerinde de ölülere saygı üzerinden çalışma yürüten örgütler var. Örneğin Cumartesi Anneleri’ne ilham olan Plaza De Mayo Anneleri’nin Arjantin’de verdiği mücadele var. Ancak farklı meslek gruplarının bir araya gelerek ölülere yönelik şiddete karşı mücadele yürüttüklerini bilmiyorum. Türkiye’de ölülere yönelik şiddetin tarihsel bir boyutunun olduğunu görüyoruz. Devlet tarafından Kürtlerin ölülerine karşı şiddet olsa da bunun yanı sıra Kürtlerin de Kürdistan'da Êzîdîlerin mezarlıklarına yönelik de şiddet uyguladığını görmekteyiz. Bununla beraber kamusal alanda ölüye şiddete yönelik herhangi bir adımın atılmadığını ve medyada bunu çok normalize eden bir dilin kullanıldığı göz önünde. Çatışmalarda yaşamını yitirenlere 'teröristler etkisiz hale getirildi, inlerinde vurduk, leş' söylemler kullanılıyor, bu da durumu normalize eden bir noktaya geliyor.
 
Bizler de tüm bunları ortaya çıkarmak ve nasıl bir dil ile konuşulduğunu ortaya çıkarmak için bir araya geldik. Evet, insanlar cenazelerine sahip çıkıyordu, ancak çok büyük saldırılara maruz kaldılar. Vekillerin dokunulmazlıkları olmasına rağmen onların bile cenazelere katılmasına izin verilmeyerek, fezlekeler hazırlandı. Düzenlediğimiz panellerde ölüye şiddetin farklı boyutlarını tartıştık. Daha sonra bu meselenin sadece inançla ilgili olmadığını; hukuki, politik, sosyal, medya tarih ve hafıza ile bağının olduğunu bununla beraber ailelerin deneyimleri üzerinde tartışmalar yürüttük. Öte yandan ölüye yönelik şiddette en fazla kadının hedef alındığını da yaptığımız araştırmalar ve tartışmalarda ortaya çıktı.
 
"Ölümün yarattığı etkileri atlatmak için toplumlarda belli ritüeller vardır. Ancak politik ölümler söz konusu olduğunda toplum üzerinde çok daha faza etki yarattığını görmekteyiz.”
 
* Toplumlar nezdinde kimi değerler ya da kutsalları, dokunulmazları var. Bunlardan biri de cenazeler olarak karşımıza çıkıyor. Cenazeler ve cenazeler üzerinden yapılan ritüeller, toplumlar için neden kutsaldır?
 
Ölümün toplumlar üzerinde çok büyük etkisi var. Kavram olarak 'ölüm' kelimesine baktığımız zaman Antik Yunan filozoflarından bu yana birçok disiplinin ölüm üzerine düşündüğünü biliyoruz. Ölüm birçok alanın konusu; çünkü ölümü ilk inanç olarak görmek mümkün. Geçmişten günümüze ölümün toplumu nasıl etkilediği meselesi önemli. Örneğin Fransız tarihçi Fustel de Coulanges antik site oluşumu üzerine yaptığı araştırmalar da özellikle Roma ve Antik kentlerin oluşumunda ölüm kültünün önemli bir yer tutuğunu söylüyor. Ölümün yarattığı etkileri atlatmak için toplumlarda belli ritüeller vardır. Ancak politik ölümler söz konusu olduğunda toplum üzerinde çok daha faza etki yarattığını görmekteyiz.
 
'Şehitlik' kavramının birçok ideolojide kullanıldığını belirtebiliriz. Bu kavramın ulus devlet sistem ideolojisinde de yer aldığını görmekteyiz. Kürdistan'da insanlar yaşanan ölümlere tanık oluyorlar, çatışmada yaşamını yitirenlerin belli bir amaç için mücadele ettiğini biliyorlar. Bundan kaynaklı sadece yakınları yaşamını yitirdiği için üzülmüyorlar, sürece tanıklık ettikleri için de kendilerini sorumlu tutuyorlar. Emmanuel Lavinas 'bir insanın ölüsüne tanık olan biri sorumluk hisseder' der. Ancak söz konusu politik ölümler olunca bu sorumluluk daha belirgin bir hal alır. Verdikleri mücadelenin yarım kalmasının toplum üzerinde büyük etkisi olabiliyor.
 
* Son yıllarda özellikle bölgede yoğun şekilde yaşanan “cenazelere, mezarlara yönelik saldırılar” mevcut. Toplumların “kutsalına” veya “dokunulmazına” yönelik bu saldırılarda asıl amaç nedir?
 
Ölülere yönelik şiddetin tesadüfen gerçekleştiğini söylemek mümkün değil. Çünkü belli bir tertibat ve politika ile gerçekleşiyor. Akademide de üzerine çokça tartışılan bir alan Nekropolitika kullanılıyor. Bizler karşımızda Nekro iktidarın olduğunu görüyoruz. Modern devletlere yönelik Michel Foucault 'Bio iktidar' kavramını kullanmıştı. Devletlerin vatandaşları yaşatmaya, denetlemeye çalışıldığı söyleniyordu. Ancak şuan var olan iktidarların öldürmeye dönük politikalar yürüttüğünü ve bu politikaların Kürdistan'da yaygın bir biçimde uygulandığını görüyoruz.
 
* Yaşanan ölümlerin, önemli olaylarda olduğu gibi tarihin hafızasını oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer böyleyse, ölüye saldırı, aynı zamanda hafızaya da saldırı olarak tanımlanabilir mi sizce?
 
Ölümle hafızanın iç içe olduğunu biliyoruz. Mezarlıklar hafızanın saklandığı yerlerdir.  Örneğin yaptığımız çalışmalarda bulduğumuz buluntularda, o toplumun ekonomik, sosyal, iktisadi cinsiyet temelli yaklaşımlarını çözebiliyoruz. Bir kişi yaşamını yitirdiği zaman sadece bedensel olarak defnedilmiyor. Onunla beraber bir hafıza da o toprağa kazılmış oluyor. Yaşamını yitiren kişilerin geride bıraktığı bir imge var. Ve bu imge üzerinden hatırlanmaya başlanıyor.  Bundan kaynaklı imge ve ölüm arasında bir bağ var. Latince ve Yunanca'da imge ve ölüm arasında bir bağın olduğunu vurgulanıyor. Örneğin 'imaj, imago' ifadesi ölüm maskesi anlamına geliyor. Ve Roma’da ölen kişinin yüzüne maske konuluyor. Bu onun geçmiş ile olan bağının bir parçası olarak ele alınıyor. Ölüye şiddet uygulandığında toplumun imgesine de şiddet uygulandığı anlamına geliyor.
 
“Kürdistan'da 90'lardan sonra cenaze törenlerinin Serhildanlara dönüştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla cenaze törenlerinin büyümemesi ve basına yansımasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Şuan insanların cenazelere sahip çıkmamaları için her türlü politika uygulanıyor.”
 
Çatışmalarda yaşamını yitiren gerillaların siyasal kişiliği var. Bundan kaynaklı da yaratılan o siyasal kişiliğin etkisi kırılmak isteniyor. Bunu ölü bedeni değersizleştirerek, tahrip ederek yapmak istiyorlar. Mezarlık tahrip edildiğinde orada kazılan hafıza da yok edilmek isteniyor. Kürdistan'da 90'lardan sonra cenaze törenlerinin Serhildanlara dönüştüğünü görüyoruz. Dolayısıyla cenaze törenlerinin büyümemesi ve basına yansımasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Şuan insanların cenazelere sahip çıkmamaları için her türlü politika uygulanıyor. Ölen askerlerin kimlikleri de eskisi gibi açıklanmıyor. Öte yandan askerler ile öldüğü zaman 'ismin açıklanmayabilir' anlaşmasının yapıldığı gibi söylemlerde var. Belki de bundan kaynaklı paramiliter güçler daha çok savaş alanlarına sürükleniyor. Bu da şunu ortaya çıkarıyor, eğer sen karşı tarafın cenazesine sahip çıkmasını engellersen, cenazelerine katılanları kriminalize edersen; kendi ölümünün meşruluğun ve sahip çıkmasının önündeki mekanizmaları ortadan kaldırmış oluyorsun.
 
* Türkiye’de devlet eliyle katledilenlerin cenazelerine saldırılara, işkencelere birçok kez tanıklık ettik. Hacı Lokman Birlik, Kevser Eltürk, Taybet İnan bunlardan sadece bazıları. Aynı zamanda yaşamını yitiren HPG’liler Agit İpek ve Mahsum Aslan’ın cenazesinin kargo ile gönderilmesi şeklinde farklı bir işkence yöntemi de yaşatıldı. Cenazelere yönelik bu politikalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?
 
Türkiye'de ölüye yönelik şiddetin canlıya yönelik şiddetle bağlı olduğunu görmek gerekiyor. Ancak bunun sadece son yıllarda ve Türkiye'de uygulandığını söylemek yanlış olur. İktidarların şiddetin sınırlarını halklara, direnişçilere, muhaliflere göstermek için ölülere yönelik şiddeti geliştirdiğini görmek mümkün. Devlet politikası içerisinde yerüstünü dizayn ederken bunu yer altında da yapmak istiyor. Bununla birlikte “ölüm siyaseti” bir düşmanlık siyasetidir. Kürdistan'da ölümlerin politikaya çok ciddi bir etkisi oldu. Şeyh Sait, Seyit Rıza ve Saidî Kurdî'nin mezar yerleri bilinmesinin önüne geçilmişse de onlar çok ciddi bir şekilde toplumun hafızasında yer alıyor. Çok büyük mücadeleler verdiklerini ve devlet tarafından öldürüldüklerini biliyor. Devletin tam da istediğini yapamadığının bir göstergesidir.
 
Toplu mezarları ortaya çıktı
 
Buna yönelik verilecek çarpıcı yüzlerce örnek var. Örneğin Berkin Elvan'ın davasına bakan savcıyı öldüren Şafak Yayla, Karadenizliydi. Ve ailesi cenazesi mezardan çıkarılmasın diye mezarın üstüne beton dökmüştü. Açlık grevinde yaşamını yitiren Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek'in cenazesi Kayseri'de ırkçı bir grup tarafından hedef alınmak istenmişti. Tüm bunların yanı sıra mezar yerlerine binalar inşa edilmek isteniyor. 90'lı yıllarda yaşamını yitiren insanların cenazelerinin defnedilemediğini biliyoruz. Bunun yanı sıra karakolların bahçelerinde toplu mezarların ortaya çıktığı görüldü. Tüm bunlarla beraber birçok kişinin cenazesinin çöplere atıldığına tanık olduk. Devlet insanları sürekli bir şiddet sarmalının içerisinde tutmaya çalışıyor. Bunu sadece çatışmalarda yapmıyor. Kendi yakının cenazesine ulaşma noktasında engelliyor. Yıllarca çocuklarını arayan, karakolları gezen aileler oldu. Ancak devlet tüm bunları yaparken, halk yürüttüğü mücadele içerisinde politikaya mobilize oldular, örgütlendiler. Yas çok acı bir deneyim ama o yasın tutulamaması Kürdistan'da bir direnişin oluşmasına neden oldu. Bugün hala ölüye şiddetin sürüyor olmasını Nekropolitika olarak görmek gerekiyor. Eğer bir yerde Nekropolitika uygulanıyorsa orada hukuktan bahsedilemez.
 
“İsrail'e göç eden Yahudilerin Filistinlilerin bulunduğu yerleşim yerlerine yerleştirilmediği ve onlar için yeni yerleşim yerleri oluşturulduğu görülüyor. Aslında bu da şunun göstergesi; orada bulunan Filistinlilerin yaşam alanları üzerinde yeni bir yaşam inşa etmek istemiyorlar. Çünkü mekânın hafıza ile bağlantısı çok güçlüdür ve biliyorlar ki eğer o mekânlar üzerine yeni bir yaşam inşa edilse Filistinlilerin oradaki varlığını tamamen silemezler. Bundan kaynaklı da kendilerine yeni yaşam alanı inşa ediyorlar.”
 
* Devlet zihniyetinin, kendini var ettiği kimi ülkelerde benzer işkence uygulamaları ile karşılaşılıyor. Bu ülkelerden biri de Filistin. 2018 yılında hafıza ile ilgili bir araştırma kapsamında İsrail’e gittiniz, orada edindiğiniz gözlemlerinizi bize aktarabilir misiniz?
 
İsrail'de Tel Aviv'deydim, farklı kentlere de gitme şansım oldu. Filistinlilerle konuşma fırsatımda oldu. Çalıştığım dernek Zochrot diye bir dernekti.  'Zochrot'  İbranice'de hatırlama fiili anlamına geliyor. Ve bu dernekte sadece Filistinliler değil içerisinde Yahudiler, Hristiyanlar ve Araplar da vardı. Dernek orada göç etmek zorunda kalanların, neler yaşadığını ve nereye gönderildiği üzerinden çalışma yürütüyorlardı. Kürtlerin de belki örnek alabileceği yöntemler ile çalışmalarına devam ediyorlardı. İsrail'de çok şaşırdığım bir hafıza kırım politikası uygulanıyordu. Bilindiği gibi dünyanın birçok yerinden Yahudiler İsrail'e gitmişlerdi. Hatta Kürdistan'dan İsrail'e giden Yahudiler vardı. Onlarla da görüşme fırsatı buldum.
 
İsrail'e göç eden Yahudilerin Filistinlilerin bulunduğu yerleşim yerlerine yerleştirilmediği ve onlar için yeni yerleşim yerleri oluşturulduğu görülüyor. Aslında bu da şunun göstergesi; orada bulunan Filistinlilerin yaşam alanları üzerinde yeni bir yaşam inşa etmek istemiyorlar. Çünkü mekânın hafıza ile bağlantısı çok güçlüdür ve biliyorlar ki eğer o mekanlar üzerine yeni bir yaşam inşa edilse Filistinlilerin oradaki varlığını tamamen silemezler. Bundan kaynaklı da kendilerine yeni yaşam alanı inşa ediyorlar ve Filistinlilerin daha önce yaşadığı yerlerin üzerine ise ağaçlar dikerek ormanlar inşa ediyorlar. Ve hafızaları ormanlar ile yok ediyorlar. Öte yandan Filistin'de ölülere yönelik şiddeti ciddi bir biçimde görebiliyorsunuz. Örneğin Filistinlilerin cenazeleri ailelerine verilmiyor, verilen cenazeler için ise örneğin cenaze törenine 20 kişinin katılması ile sınırlı bir şekilde anlaşma yapılıyor. Bununla beraber Filistinlilerin daha önce yaşadığı yerlere Filistinlilerin gitmesine izin verilmiyor ve mezarlıklarına çok ciddi bir saldırı yapılıyor.
 
* Son olarak geçtiğimiz günlerde İsrail polisi tarafından katledilen Gazeteci Şirin Ebu Akile’nin cenazesine saldırı oldu. Bununla beraber Dersim’de defnedilmek istenen Aysel Doğan’ın cenazesine yönelik polisin saldırısı ve hemen sonrasında cenazenin kitleden kaçırılarak defnedildiğini gördük. Coğrafyalar farklı ancak, iki saldırının içerdiği mesaj ve amaç bağlamında benzer olduğunu söylemek mümkün müdür?
 
Deneyimlerin ve amaçların benzer olduğunu söyleyebiliriz. Kürdistan'da ve Filistin'de hafızanın benzer şekillerde yok edilmeye çalışıldığı aşikar. Örneğin Hasankeyf'teki tarih yok edildi. Ancak Ahlat'a gidip yeni bir kimlik tayin edilmeye çalışılıyor. Aysel Doğan'ın cenazesine yönelik saldırının öncesinde İsrail'de benzer görüntülere şahit olduk. Şirin Ebu Akile'nin cenazesine yönelik saldırıyı Türkiye medyası çok geniş bir yer verdi. Ancak bir gün sonra Aysel Doğan'ın cenazesi 'terörist cenazesi' denilerek kriminalize edilmeye çalışıldı. Bunu İçişleri Bakanı yaptığı açıklama ile cenaze töreninin engellendiğini doğruladı. 2018 yılında Erdoğan Bitlis'e gittiğinde 'o sahte mezarlar şimdi nerede?' bununla beraber  'kafirler cehenneme grup grup sürülür’  gibi bir ifade kullanmıştı.
 
İsrail, Filistinlilerin cenazelerine hangi amaçla saldırıyorsa aynı amaçla Türkiye'de burada Kürtlerin cenazelerine saldırıyor. Son yıllarda çatışmalarda yaşamını yitirenlerin cenazelerin gece saatlerinde birkaç kişinin katılımı ile defnedilmesine izin veriliyor. Bu durum aynı şekilde Filistinlilere yönelik de yapılıyor.
 
* İnisiyatif, bundan sonra yoluna nasıl devam edecek?
 
 Yaptığımız çalışmalara benzer çalışmalar yapmaya devam edeceğiz. Şimdiye kadar dile gelmeyen farklı kesimlerin cenazelerine yönelik saldırıları da gündeme getirmeye çalışacağız. Ölüye yönelik şiddete karşı çıkan ailelerin LGBTİ+ların cenazelerinde fail konumuna düştüğünü görebiliyoruz. Bu güne kadar susturulmuş kamusal alanda, basında konuşmasına yer verilmeyen kişilerin de konuşmasının önünü açmaya çalışıyoruz.
 
Sonbaharda geniş katılımlı bir konferans yapmayı hedefliyoruz. İleriki süreçlerde nasıl bir yol izlenmesi gerekiyor bununa dair konuşmak ve tartışmak istiyoruz. Bizler yaptığımız çalışmalarda sadece yapılan şiddetin kaydını değil, bununla beraber işlenen suçunda kaydını tutmaya çalışıyoruz. Arşiv ve belgeleme çalışması yapmak istiyoruz. DNA bankalarının kurulması meselesinin adli antropologlarının yaptığı çalışmalar var. İspanya savaşından sonra Nekropolitika alanı açıldı ve 3'ncü kuşak öncesini araştırmaya başladı. Yapılan araştırmalar kapsamında mezarlar açıldı ve Adli Tıp çok çalışma yürüttü. Ancak burada Adli Tıp'a baktığımız zaman ideolojik bir alana dönüştüğünü görüyoruz. Sadece PKK'lilerin cenazelerinin tespit edilmesinde değil, kadın cinayetlerinde de çok yanlı yaklaşıldığını görebiliyoruz. Önümüzdeki süreçlerde inisiyatif tüm bu çalışmaları yapmak için kurumsallaşabilir. Bununla beraber ölüye yönelik saldırıların meşrulaştırıldığı bir süreçte, inisiyatif olarak yeni bir hukukun oluşturulması  sağlanabilir. Tüm kesimler için bu bir çağrı olarak ele alınabilir.