Newroz Uysal: Görüşmeler somut adıma dönüşmeli

  • 09:02 27 Nisan 2025
  • Güncel
Melek Avcı
 
ANKARA - Süreçteki kritik düğüm noktalarına dikkat çeken ve görüşmeler olsa da henüz somut adım atılmadığını hatırlatan DEM Parti Şirnex Milletvekili Newroz Uysal, “Gerçek anlamda bir demokratik toplum süreci olacaksa bu ancak siyasi yaklaşımın değişmesinden ve bunun hukuki olarak güvenceye alınmasından geçer” dedi. 
 
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile yürütülen bir dizi görüşme trafiği sonucunda 27 Şubat’ta yapılan çağrı, hem siyasette hem de toplumsal kesimlerde etkisini sürdürüyor. Çağrının üzerinden geçen süreye rağmen, iktidar tarafından henüz somut bir adım atılmadı. Bu hafta Adalet Bakanlığı ile gerçekleştirilen görüşme, sürecin kritik bir eşiği olarak kaydedilmiş olmakla birlikte, görüşmelerin henüz somut bir zemine oturamamış olması ciddi eleştirileri ve endişeleri de beraberinde getirdi. Özellikle Adalet Bakanlığı tarafından gündeme getirilen 10’uncu Yargı Paketi, "infaz reformu" olarak lanse edilse de, içeriği ve siyasi tutsaklara yönelik yaklaşımı nedeniyle tartışmalara yol açtı. Görüşme süreçlerinin anlamlı bir ilerleme kaydedebilmesi için, tecridin kaldırılması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının eksiksiz uygulanması ve barış ile demokratik toplum inşasına yönelik somut adımların atılması gerekmektedir. Ancak, bu taleplerin halen iktidar tarafından karşılıksız bırakılması, sürecin geleceğine dair kaygıları arttırıyor.
 
Tüm bu gelişmeleri ve yargı paketini DEM Parti Şirnex Milletvekili Newroz Uysal değerlendirdi.
 
“Bizler de yalnızca Meclis çatısı altında değil, dışarıda da siyaset, sivil toplum, kadın, gençlik ve emek örgütleriyle bir araya gelerek bu çağrının anlamını pekiştirmeye, süreci güçlendirmeye ve ilerleyişin yöntemlerini belirlemeye çalıştık.”
 
*Öncelikli 27 Şubat çağrısının ardından partide yoğun bir tempo söz konusu. Birçok çalışma gerçekleştiriyorsunuz. Bu çalışmaların yankısından ve yansımalarından bahseder misiniz?
 
Sayın Öcalan’ın süreçte bir dönüm noktası yaratan tarihi açıklamasının üzerinden uzun bir zaman geçti. Bu çağrının ardından, sürecin karşılıklı adımlarla ilerleyeceği belirtilmişti. Yapılan çağrı yalnızca devlet ve muhatapları nezdinde değil; Türkiye kamuoyunda, sanat çevrelerinden siyasi kurumlara, hatta dünya kamuoyunda geniş yankı buldu. Bu yansımaları anlamak, duyurmak ve kendi iç yönetimimizde süreci daha ileriye taşımak için çeşitli çalışmalar yürüttük. Bu kapsamda, üyelerimiz ve yöneticilerimizle çağrıya ilişkin birçok toplantı gerçekleştirdik. Halk toplantılarımızı sürdürürken, özellikle Nisan ayı itibarıyla başlattığımız ev ziyaretleriyle birebir temas kurarak süreci anlatma, istişare etme ve halkın düşüncelerini alma imkânı sağladık. Bu görüşmelerin sonuçları aynı zamanda Sayın Öcalan'a iletilmek üzere değerlendirildi. Sürecin halk boyutu halen canlılığını koruyor. Diplomasi boyutunda ise hem diplomasi komisyonumuzun hem de Kürt siyasi partilerinin çeşitli uluslararası platformlardaki temasları yoğunlaştı. Avrupa Konseyi’nden Birleşmiş Milletler'e, siyasi partilerden uluslararası koalisyonlara kadar geniş bir alanda bilgilendirme, süreci anlamlandırma ve DEM Parti’nin rolünü anlatan çalışmalar yürütüldü. Gelen tepkilerin büyük çoğunluğu çağrıyı destekler nitelikteydi. Bu yankılar, sürecin doğru zeminde anlaşıldığını ve devamında daha köklü adımların atılması gerektiğine dair güçlü talepler içeriyordu. Bu atmosfer, bazı yerlerde yeni inisiyatiflerin doğmasına vesile oldu. "Barışa İhtiyacım Var Kadın Platformu" gibi oluşumlar bu sürecin önemli çıktılarından biri oldu. Ayrıca çeşitli bölgelerde eski akil insanlar, entelektüeller ve sivil toplum temsilcileri kendi inisiyatifleriyle tartışma ve temas grupları oluşturdular.
 
Bizler de yalnızca Meclis çatısı altında değil, dışarıda da siyaset, sivil toplum, kadın, gençlik ve emek örgütleriyle bir araya gelerek bu çağrının anlamını pekiştirmeye, süreci güçlendirmeye ve ilerleyişin yöntemlerini belirlemeye çalıştık. Bugün dahi süren temaslar, görüşmeler ve çalışmalar, bu çağrının yankılarının canlılığını koruduğunu göstermektedir. Sürecin gerçek anlamda karşılık bulabilmesi için yalnızca devlet eksenli adımların değil, halklar düzeyinde de eşit, adil ve özgür bir yaşamı inşa edebilecek bir zeminin oluşturulması gerekmektedir. Bu noktada hem siyasi iradeye güç veren hem de halkı sürece doğrudan katan bir yaklaşımın halen sürdüğünü belirtmek gerekir.
 
“Ancak bu sürecin halk nezdinde karşılık bulması ve kalıcı bir siyasi ilerleme kaydedilebilmesi için, her iki tarafın da ve tüm toplumsal kesimlerin dahil olduğu, daha somut, daha köklü ve temel meseleleri ele alan siyasi, politik ve hukuki değişimlere ihtiyaç vardır.”
 
*Çağrının ardından somut adım atılmazken ilk somut adım Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı ile yapılan görüşme olarak kayda geçti. Fakat henüz hepsi görüşme ekseninde ilerliyor. Somut adım yok bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Ömer Öcalan ile gerçekleştirdiği son ziyarette meseleyi hukuki ve siyasi bir zemine taşıma, bu iradeyle süreci ilerletme yönündeki tutumu dikkat çekicidir. Bugün içinde bulunduğumuz zemin, bu yaklaşımın bir devamı niteliğindedir. Son aylarda gerçekleşen üst düzey temaslar büyük önem taşımaktadır. Her bir temas, karşılıklı kapıların açık olduğunu ve bir diyalog iradesinin varlığını göstermektedir. Ancak bu görüşmelerin somut bir reforma ya da yapısal bir adıma dönüşmemesi, mevcut temasların ciddiyetini ve anlamını yitirme riskini de beraberinde getirmektedir. Zira mesele, yalnızca temaslar ve çağrılar süreci değil; eğer gerçek bir çözüm süreci, demokratik toplum inşası ya da "kardeşlik hukuku" yeniden kurulacaksa, bu ancak siyasi yaklaşımın değişmesi ve bu değişimin hukuki güvencelere bağlanmasıyla mümkündür. Bu çerçevede, mevcut duruma karamsarlıkla yaklaşmak yerine; temasların sürmesi, kapıların açık kalması ve diyalog zeminlerinin korunması umut verici bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Ancak bu sürecin halk nezdinde karşılık bulması ve kalıcı bir siyasi ilerleme kaydedilebilmesi için, her iki tarafın da ve tüm toplumsal kesimlerin dahil olduğu, daha somut, daha köklü ve temel meseleleri ele alan siyasi, politik ve hukuki değişimlere ihtiyaç vardır. Gerçek anlamda anlamlı ve kalıcı bir çözüm ancak bu zeminin sağlanmasıyla mümkün olabilir.
 
"Siyasi ve politik bir denklemi değiştirecek kapsamlı bir adım atılmadığı sürece, bu tür düzenlemelerin sadece "idare etmeye yönelik" geçici çözümler olma riski taşımaktadır."
 
*Adalet Bakanlığı’nın “infaz reformu” diye adlandırdığı 10’uncu Yargı Paketi’nin haftaya Meclis’e geleceği düşünülüyor. Bu taslağa ilişkin size yansıyanlar nelerdir? Gerçekten bir “reform” denilebilir mi? 
 
Öncelikle belirtmek gerekir ki, kamuoyunda tartışılan yeni infaz paketi, süreçle karşılıklı bir uzlaşma ve anlaşma sonucu ortaya çıkmış bir ürün değildir. Aksine, daha önce de Meclis gündemine getirilmeye çalışılan, AKP ve MHP iktidarının tasarladığı bir "devam paketi"nin güncellenmiş bir versiyonudur. Şu anda Meclis'e resmî olarak sunulmamış olmakla birlikte, yetkililerin açıklamalarına göre hazırlık aşamasındadır. Basına sızdırılan bilgilere göre 55 maddeden oluşan bu taslak, infaz rejimiyle ilgili bazı değişiklikler içermektedir. Ancak söz konusu değişikliklerin, Türkiye’de infaz hukukunda var olan temel eşitsizlikleri ve özellikle "siyasi mahpuslar hariç" şeklindeki ayrımcılığı ortadan kaldıracak nitelikte olmadığı açıktır. Bu haliyle, paketin içeriği ve kapsamı hakkında kesin bir hüküm vermek zor olmakla birlikte, sızdırılan taslak üzerinden yapılan ilk değerlendirmeler iyimser beklentileri desteklememektedir. Öne çıkarılan bazı söylemler, infaz paketinin büyük bir reform niteliği taşıdığı yönündedir. Tahmini olarak 50.000'den fazla kişinin tahliye edilebileceği, COVID-19 yasası kapsamında 4x4 mükerrer infaz uygulamaları ile mağduriyet yaşayan mahpuslar için düzenlemeler yapılacağı iddia edilmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, infaz süresine ilişkin mevcut oranlarda dahi eşitlik sağlansa, yüzlerce siyasi mahpus ayrımcılıktan kurtulabilecektir. Bu durum, infaz sisteminde yapısal bir adalet eksikliğinin varlığını göstermektedir. Bizler, infaz paketinde gerçek bir hukuki reform beklemekteyiz. Bu reformun yalnızca günlük ihtiyaçlara yönelik küçük değişiklikler değil; Anayasa'nın temel ilkelerine ve Türkiye'nin uluslararası yükümlülüklerine uygun, infazda eşitlikçi uygulamaları içermesi gerektiğini vurguluyoruz. Siyasi ve politik bir denklemi değiştirecek kapsamlı bir adım atılmadığı sürece, bu tür düzenlemelerin sadece "idare etmeye yönelik" geçici çözümler olma riski taşımaktadır.
 
"TMK'nın mevcut haliyle varlığını sürdürdüğü bir ortamda "Türk-Kürt kardeşliği"nden söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle bizler, adaletsizlikleri giderecek yapısal değişikliklerin bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz."
 
*Takip ettiğimiz kadarıyla bu düzenlemeler mevcut süreci yönetmek için yeterli görülmüyor, taslak çokça eleştiri aldı özellikle TMK’ya dair bir düzenleme beklentisi vardı. Siz ne düşünüyorsunuz? 
 
Toplumun geniş kesimlerinde bir af beklentisi oluşmuş durumda. Ancak Türkiye’deki mevcut cezaevlerindeki aşırı doluluk, infaz rejimindeki eşitsizlikler, adaletsiz uygulamalar, keyfi tutumlar ve TMK’dan kaynaklanan yapısal sorunlar göz önüne alındığında, yalnızca yüzeysel düzenlemeler değil, köklü değişikliklerin yapılması zorunludur. DEM Parti Hukuk Komisyonu ve Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi olarak, bu konuda birçok kanun teklifi sunduk. TMK'nın tamamen kaldırılması veya kapsamlı reformlara tabi tutulması, infaz rejiminde eşitliğin sağlanması ve cezaevi koşullarına ilişkin özellikle S-Y tipi hapishanelerle ilgili düzenlemelerin yapılması taleplerimizi defalarca ilettik. Ancak şunun altını çizmek gerekir: Şu anda Adalet Bakanlığı tarafından sızdırıldığı söylenen infaz paketinin, süreçle bağlantılı olarak hazırlanmış bir paket olduğuna dair herhangi bir kesinlik yok. Toplumda yanlış bir algı oluşmuş durumda; sanki süreç kapsamında üzerinde uzlaşılmış bir infaz paketi Meclis'e sunulacakmış gibi bir beklenti var. Oysa sızdırılan maddeler üzerinde herhangi bir toplumsal veya siyasi mutabakat sağlanmış değildir. Gerçekten bir çözüm süreci inşa edilecekse, yalnızca söylemde kalınmamalı; bu söylemi destekleyecek somut hukuki ve siyasi reformlar da hayata geçirilmelidir. TMK'nın mevcut haliyle varlığını sürdürdüğü bir ortamda "Türk-Kürt kardeşliği"nden söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle bizler, adaletsizlikleri giderecek yapısal değişikliklerin bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz.
 
Şu aşamada, sızdırılan infaz paketinin mevcut haliyle Meclis'e sunulup sunulmayacağı veya değişiklik yapılarak yeni bir paket hazırlanıp hazırlanmayacağı konusunda kesin bir şey söylemek için erkendir. Ancak mevcut paketin, adaletsizlikleri gidermekten ziyade mevcut eşitsizlikleri derinleştirdiğini ve bu haliyle kabul edilemeyeceğini açık bir şekilde ifade ettik. Meclis’teki çalışmalarımızda ve ilgili heyet görüşmelerimizde bu eleştirilerimizi ve çözüm önerilerimizi ilettik. Görüşmelerden çıkan izlenimlere göre, paket üzerinde bazı değişiklik beklentilerinin olduğu, ancak bu değişikliklerin kapsamı ve zamanlaması konusunda henüz net bir tablo oluşmadığı anlaşılmaktadır.
 
“İlgili kanun maddesinin komisyona sevk edilmesi, genel kurulda görüşülmesi ve Resmi Gazete’de yayımlanması süreci en fazla 15-20 gün sürmektedir. Bu yüzden mesele hukuki zorluklardan değil, doğrudan siyasi tercihlerden kaynaklanmaktadır.”
 
*Bir de AİHM kararları ve “umut hakkı” meselesin uygulanması gündemi vardı. Bunun ilk haliyle süreç eksenli bir paket olmadığını belirttiniz, o halde “umut hakkının” bu pakette yer almaması, AİHM kararlarına ilişkin düzenleme olmaması durumu söz konusu olabilir mi? 
 
Hukuki değişiklikler, teknik açıdan bakıldığında oldukça kolaydır; ancak siyasi ve ideolojik süreçlerle doğrudan bağlantılı oldukları için pratikte oldukça zordur. Bir hukukçu ve yasama organında görev yapan bir vekil olarak ifade etmek isterim ki, Türkiye’de hukuk sistemi, "hukuk devleti" ilkesi altında kurulmuş olsa da, esasen mevcut siyasi ve ideolojik yapının bir ürünü olarak işlev görmektedir. Bu nedenle, hukuki reformlar da doğrudan siyasi iradenin yönelimlerine bağlıdır. Örneğin "umut hakkı" meselesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin açık kararlarıyla tanınmış uluslararası bir hukuki zorunluluktur. Türkiye, bu sözleşmelere taraf olması ve Anayasa'nın 90. maddesine dayanması sebebiyle, bu kararı derhal uygulamakla yükümlüdür. Umut hakkı; ağırlaştırılmış müebbet cezasına mahkûm edilen bireyler için belirli bir süre sonunda özgürlüğe kavuşabilme umudunu sağlayacak mekanizmaların oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu konuda Avrupa Konseyi ve en son 2022 yılında Birleşmiş Milletler’in Sayın Öcalan özelinde yaptığı çağrılar da halen geçerliliğini korumaktadır. Bugün binlerce mahpus, ağırlaştırılmış müebbet cezası nedeniyle özgürlüğe kapalı bir rejim altında tutulmaktadır. Üstelik mevcut uygulamalar, Sayın Öcalan’ın yararlanamaması için özellikle düzenlenmiş. Ancak belirtmek gerekir ki, teknik olarak bu konuda bir düzenleme yapmak Meclis açısından çok kısa bir sürede mümkündür. İlgili kanun maddesinin komisyona sevk edilmesi, genel kurulda görüşülmesi ve Resmi Gazete’de yayımlanması süreci en fazla 15-20 gün sürmektedir. Bu yüzden mesele hukuki zorluklardan değil, doğrudan siyasi tercihlerden kaynaklanmaktadır.
 
Umut hakkı, bir siyasi pazarlık konusu değil, uluslararası hukukun ve Anayasa’nın açık bir yükümlülüğüdür. Bu konuda birçok kez kanun teklifi sunduk; halen de ivedilikle bu düzenlemenin yapılması gerektiğini vurguluyoruz. Şu anda bu değişikliğin hangi takvimle yapılacağı belirsiz olmakla birlikte, en kısa sürede ve en makul şekilde gerçekleştirilmesi şarttır. Ayrıca, umut hakkı ile ilgili gecikmenin telafi edilebilmesi için, Sayın Öcalan’ın mevcut tecrit koşullarında derhal bir değişiklik yapılması gerektiği açıktır. Hukuken Sayın Öcalan’ın avukatları, ailesi ve diğer heyetlerle görüşmesinin önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır. Bu görüşmelerin düzenli şekilde sağlanması, özgür ve sağlıklı bir iletişim ortamının oluşturulması bir geçiş süreci için olmazsa olmaz bir adımdır. Görüşmelerde bu hususlar sıkça dile getirilmiştir. Sayın Öcalan'ın koşullarının iyileştirilmesi hem hukuki bir zorunluluk, hem de siyasi sürecin ilerleyebilmesi için temel bir ihtiyaçtır. Bu mesele, bir pazarlık nesnesi olmaktan çıkarılmalı ve sürecin ciddiyeti ile bağdaşır bir biçimde ele alınmalıdır.
 
“Bu nedenle hukuksal engeller kadar, hukukun siyasi karar vericiler eliyle nasıl işletildiği meselesi de sürecin belirleyici unsurlarından biridir.”
 
*Yine pakette 40 -50 bin tutsağın tahliyesi iddiaları söz konusu bu ne kadar mümkün çünkü ATK raporlarının baz alınacağı ilk elden ifade edilmişti fakat ATK ve İKG’lerin özellikle siyasi tutsaklar için verdiği kararlar ortadayken bu uygulanabilir mi?
 
Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen inkâr, imha ve soykırım politikalarının en görünür tezahürlerinden biri, hukuk alanında kendini göstermektedir. Bugün yaşanan katliamlar, gözaltılar, Kürtçe üzerindeki yasaklamalar ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik engellemeler, hukuku bir meşruiyet aracı olarak kullanarak hayata geçirilmektedir. Oysa en özgür bırakılması gereken alan olan varlık ve ifade özgürlüğü alanında, "Kürtler hariç" anlayışı hâkimdir. Bu yaklaşım, cezaevlerinde de özellikle "siyasi mahpuslar hariç" ifadesiyle açık bir biçimde görünür hale gelmektedir. Türkiye’de ceza hukuku uzun süredir "düşman ceza hukuku" mantığıyla işlemekte, bu da yıllardır süregelen yapısal bir adaletsizliğin kaynağı olmaktadır. Hasta mahpuslar meselesi, bu adaletsizliğin en çarpıcı örneklerinden biridir. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm süreci dahi, bu alanda anlamlı bir iyileşme sağlayamamış, ciddi eleştirilere konu olmuştur. Adalet Bakanlığı verilerine göre, yalnızca 2024 yılı içerisinde cezaevlerinde 709 kişi yaşamını yitirmiştir. Bu durum, infaz rejimindeki katı uygulamalar, sağlık hizmetlerindeki yetersizlikler, antidemokratik uygulamalar ve ülkedeki genel siyasi-ekonomik krizin hapishaneler üzerindeki etkisinin bir sonucudur.
 
İdare ve Gözlem Kurulları (İGK), cezaevlerinde keyfi ve hukuki dayanağı olmayan uygulamaların ana aktörlerinden biri haline gelmiştir. Mahpuslara yöneltilen absürt sorular ve beklentiler, örneğin, "Abdullah Öcalan hakkında ne düşünüyorsun?" veya "Çıkınca yeni bir örgüt kurulursa ne yapacaksın?",  “Sen üç kere eylem etkinliğe çıktın ama niye daha fazlasını istemedin?”, “ Kitap okudun okumadın gibi, hem ceza hukukunun hem de insan onurunun açık ihlalleridir. Bu uygulamalar, bireyleri fikirlerini değiştirmeye ya da pişmanlık beyanında bulunmaya zorlayarak, kendi varlıklarını inkâr etmeye itmektedir. Sayın Öcalan’ın 2019 yılında açlık grevindeki mahpuslarla ilgili ifade ettiği üzere, bu süreçler birer insanlık onur savaşıdır. Bugün hâlâ bu savaş cezaevlerinde devam etmektedir. İnsanın kendi kimliğini ve varlığını savunma mücadelesi, keyfi infaz kararlarına ve pişmanlık dayatmalarına karşı verilmektedir. Bu noktada, İdare Gözlem Kurulları'nın kaldırılması için kanun teklifleri sunduk ve defalarca kamuoyuna açıklamalarda bulunduk. Hasta mahpuslar açısından, Adli Tıp Kurumu (ATK) raporlarının mutlak belirleyiciliğinin ortadan kaldırılması gerektiğini ve ATK’nin "cezaevinde kalamaz" raporu vermesine rağmen savcılar tarafından tahliye edilmeyen vakaların bir an önce çözülmesi gerektiğini savunuyoruz.
 
Öte yandan, bu sorunların çözümü için büyük çaplı bir yasal değişikliğe bile gerek olmadığı kanaatindeyiz. Sadece siyasi iradenin tutumunu değiştirmesi ve idari uygulamalarda yapılacak değişikliklerle, kısa sürede önemli ilerlemeler sağlanabilir. Bu nedenle hukuksal engeller kadar, hukukun siyasi karar vericiler eliyle nasıl işletildiği meselesi de sürecin belirleyici unsurlarından biridir.