Ateş çemberindeki Orta Doğu: Kürtlerle barışan savaştan en az zarar görür!

  • 09:01 14 Ekim 2024
  • Güncel
 
Melek Avcı
 
ANKARA- DEM Parti Dış ilişkiler Sözcüsü Ebru Günay, savaş çemberindeki Orta Doğu’da Kürtlerin artık politik özne olduğunu belirterek, “Bugün Kürtlerin pozisyonu Orta Doğu’nun geleceğini belirleyecek güçtedir. Özetle ‘Kürtlerle barışan, bu savaştan en az zararı görür’ demek doğru bir tespittir” dedi.
 
Bir yandan Filistin-İsrail-Hizbullah savaşı bir yandan İsrail-İran gerilimi diğer yandan Rusya-Ukrayna savaşı Orta Doğu’yu savaş çemberine almış durumdayken Türkiye ‘güç” olma potansiyelini elde etmek için hem iç siyasette hem de dış siyasette yeni yollar arıyor. Hegemonik güçler Orta Doğu’yu yeniden dizayn etme planlarını uygulamak için bölge halklarını soykırıma uğratırken, savaştan çıkışın yolları ise demokrasi güçleri arasında tartışılıyor. Bu tartışmalarda PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın savaşlar başlamadan önce yaptığı öngörü tespitleri ise güncelliğini koruyor.
 
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Dış ilişkiler Sözcüsü Ebru Günay, Orta Doğu’daki savaş eksenli JINNEWS’in sorularını yanıtladı. 
 
“Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi ile Umman Körfez hattına kadar geniş bir coğrafyada ‘ideolojik hegemonya’ savaşı yürütülüyor. Bu sebeple, Filistin topraklarında başlayan kriz sürekli tırmanarak bugün Lübnan’a, Irak’a, Yemen’e ve nihayetinde İran’a yayılmış durumda. Savaş çoktan Filistin-İsrail’in ötesine geçmiş durumda.”
 
* İsrail-Filistin savaşı artık Lübnan’a da taşındı, ardından İran’ın İsrail’e yönelik saldırılarını gördük. Orta Doğu’yu ateş çemberi sararken bu savaş karşısında bölgede yeni bir dizayn yarışına girildiği tartışmaları yürütülüyor. Siz 3’üncü Dünya Savaşı’nı nasıl okuyorsunuz?
 
İsrail -Filistin savaşı yeni çıkmış bir kriz değil. Orta Doğu’da kapitalist modernitenin inşası amacıyla başlatılan ulus-devlet dizaynını Sykes-Picot’tan başlatmak mümkün. Hem Kürtleri Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında 4 parçaya bölen ulus-devlet ideolojisi hem de Arap ulus-devletlerinin ortasında  İsrail devletinin kuruluşuna zemin oluşturan Sykes-Picot mutabakatı günümüzdeki krizlerin temelini oluşturmaktadır. İsrail-Filistin-Lübnan hattında savaş hali on yıllardır farklı boyutlarda devam etse de, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırıları ve akabinde Netenyahu hükümetinin Gazze’yi işgaliyle kriz hali yeni bir boyuta ulaştı. İsrail devletinin 1948’den bu yana sürdürdüğü askeri operasyonlar, işgal, inkâr politikaları ve daha da önemlisi inşa ettiği apartheid rejimi benzeri siyonist politikalar savaşı daha da derinleştirdi ve savaş süreci boyunca daha büyük çelişkiler ortaya çıkardı. Bu durum, savaşa taraf olan Filistin dışı güçlerin de kendi çıkarları doğrultusunda savaşa dahil olmasına zemin hazırladı. Sorunuza gelirsek, aslında bir tarafta İsrail devleti ve onu destekleyen batılı ülkeler diğer tarafta başta İran olmak üzere Filistin dışı güçler on yıllar boyunca bölgeyi yeniden dizayn çabasına girmiştir. Bu durumu en net biçimde tanımlarsak Doğu Akdeniz’den Hazar Denizi’ne ve Umman Körfez hattına kadar geniş bir coğrafyada “ideolojik hegemonya” savaşı yürütülüyor. Bu sebeple, Filistin topraklarında başlayan kriz sürekli tırmanarak bugün Lübnan’a, Irak’a, Yemen’e ve nihayetinde İran’a yayılmış durumda. Ne yazık ki bölgesel ve küresel güçler arasındaki bu mücadele alanında en fazla yıkıma ve haksızlığa uğrayanı Filistin halkıdır. 1947’den bu yana sistematik olarak soykırım politikalarına maruz kalıyorlar, fanatik siyonist yerleşimcilerin estirdikleri terör nedeniyle dünyanın gözleri önünde zorla topraklarından göç ettiriliyorlar.  
 
‘3.Dünya Savaşı çoktan başladı bu savaşın ortasındayız’
 
Netenyahu’nun Gazze’yi işgali, Beyrut’u işgal planı ve hatta İran topraklarındaki suikastları da bu savaşın Filistin-İsrail savaşından öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Zaten güncel durumda savaş çoktan Filistin-İsrail’in ötesine geçmiş durumda. Netenyahu’nun geçtiğimiz ay New York’ta BM Genel Kurulu’nda gösterdiği harita bunun kanıtıdır. Daha önce planlanmış, yatırımı yapılmış Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Koridoru’nun (IMEC) güvenliğinin sağlanması gerektiğini haritalarla iddia eden Netenyahu, bu savaşı sürdürüp derinleştirmekte kararlı görünüyor. Batının yaşadığı ve daha da derinleşmesini ön gördüğü krizin ilacı olarak görülen IMEC yolu, Avrupa’nın iştahını kabarttığı gibi halklarının büyük bedeller ödeyerek inşa ettiği demokratik kurumları ve ilkeleri zayıflatma riskini açığa çıkardı. Bugün ana akım medyada ve siyasette “3. Dünya Savaşı” tartışmaları oldukça yüzeysel ve popülist söylemlerle devam ettiriliyor. Bugün yaşanan durumu “3. Dünya Savaşı başladı” ifadesiyle yansıtmak eksik kalır. Bu savaşın çoktan başladığını ve an olarak tam ortasında olduğumuzu söylemek gerekir. Sayın Öcalan savunmasında 3. Dünya Savaşı’nın başladığını 15 yıl önce dile getirmişti. Bunu söylediğinde Arap Baharı, Suriye İç Savaşı, Ukrayna İşgali, Orta Afrika Cumhuriyetleri’nde batı karşıtı askeri darbeler, Hamas’ın 7 Ekim İsrail saldırısı ve İsrail’in bütün hukuku askıya aldığı bu son işgaller gerçekleşmemişti. Bahsettiğim bütün gelişmeleri bölgesel koşullarda değerlendirmenin yanında küresel etkilerini konuşacak zamanımız yok elbette. Fakat saydığımız bütün bu örneklerin birbiriyle doğrudan veya dolaylı ilişkisi olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. 
 
“Başta halklar olmak üzere bütün dünyaya sunduğu iki haritadan birine rıza göstermeye zorluyor. Toplum ideolojik hegemonya savaşında önüne konulan iki seçenekten birini seçmek zorunda mı?”
 
* Peki 3. Dünya Savaşı’nın tarafları kim, tarafları önceki savaşlarda olduğu gibi kesin tespit etmek mümkün mü?
 
Tarafları tarif etmekten ziyade toplumun bir tarafa mecbur bırakılmaya çalışıldığını söylemek gerekir. Tarih kitaplarında anlatıldığı gibi savaşın iki tarafını elbette tanımlayabilir ve bunun üzerine kurabiliriz. Ben yine Netenyahu’nun BM’deki haritasına dikkat çekmek istiyorum. O haritada bir ikilik var. Başta halklar olmak üzere bütün dünyaya sunduğu iki haritadan birine rıza göstermeye zorluyor. Bir yanında “Lanet” diğer yanında “Nimet” fotoğrafları savaş propagandasının en çarpıcı fotoğrafıdır. Topluma “Ya benim inşa ettiğim yola hizmet eden bu savaşa göz yumacaksınız, ya da bu savaşa karşı durup yok olacaksınız” mesajı veriyor. Asıl konuşulması gereken meselenin bu olduğunu düşünüyorum. Toplum ideolojik hegemonya savaşında önüne konulan iki seçenekten birini seçmek zorunda mı? Yoksa kendi alternatifini oluşturup 100 yıldan uzun bir süredir kendisine dayatılan rejimlere karşı daha özgürlükçü ve demokratik değerleri savunan bir mücadele hattını ve çözüm yollarını mı aramalıdır? 
 
“IŞİD’e karşı özellikle Suriyeli Kürtlerin öz savunma temelinde direnişi belki de milyonlarca hayatı kurtardı. Başta IŞİD’e karşı koalisyonun bileşenleri olmak üzere tüm aktörlerin Suriyeli Kürtleri artık bir politik özne olarak muhatap alması gerektiğini savunuyoruz.”
 
* Bir yandan Filistin-İsrail-İran savaşları diğer yandan Rusya-Ukrayna savaşı sürerken Rojava ve Kürtlerin durduğu yer de gündemde çünkü bölgede artık kendini ispat etmiş bir konumda duruyor Rojava. Bu ispatın yani Kürtlerin konumu yeniden dizaynda nasıl bir etki yaratır?
 
İçinde bulunduğumuz siyasi konjonktür diplomasi kanallarını, müzakere alanını ve aklıselim yaklaşımları bir kenara atmış, bunların yerini askeri ve teknolojik güç gösterileri almış durumda. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal operasyonu sonrasında gelişen uluslararası krizin giderek daha tehlikeli boyutlara tırmandığını görüyoruz. Nükleer silah kullanımının hangi kırmızı çizgiler aşıldığında gerçekleşebileceğine dair en üst düzeyden açıklamalar yapılmaya başlandı. Ancak böylesi bir risk karşısında doğrudan ya da dolaylı olarak savaşa müdahil olan tüm taraflar bu tehlikeli gerilim hattını daha da körüklemekten başka bir şey yap(a)mıyorlar. 2011’den bu yana Suriye’de başlayan iç savaşın özellikle sunni-cihatçı çetelerin dışarıdan desteklenmesiyle deyim yerindeyse Pandora’nın kutusu açılmıştı. Ortaya çıkan kaotik durumdan IŞİD ve El-Kaide gibi insanlık suçu işleyen örgütler faydalanmış, Suriye ve Irak’ta Kürdistan parçaları dahil olmak üzere geniş bir coğrafyada çoğu sivil olmak üzere yüzbinlerce can kaybı meydana gelmişti. IŞİD’e karşı özellikle Suriyeli Kürtlerin öz savunma temelinde direnişi belki de milyonlarca hayatı kurtardı ve IŞİD’in Türkiye’yi de kapsayacak biçimde geniş bir bölgede kök salması engellendi. Büyük bedeller ödeyerek Suriyeli Kürtlerin ve onunla birlikte direnişe dahil olan Arap ve Hristiyan halkların elde ettiği zafer insanlık adına da bir kazançtı ve bu nedenle dünyanın her köşesinden demokrasiye ve özgürlüklere değer veren her insanın ortak kazanımı olarak kabul edildi. Dolayısıyla IŞİD sonrası süreçte Suriyeli Kürtlerin nasıl öz savunma mecburiyeti doğmuşsa, buna denk biçimde öz yönetim hakkı olduğuna inanıyoruz. Başta IŞİD’e karşı koalisyonun bileşenleri olmak üzere tüm aktörlerin Suriyeli Kürtleri artık bir politik özne olarak muhatap alması gerektiğini savunuyoruz.
 
“Suriyeli Kürtler, sadece kendileri için değil, tüm insanlık adına savaşıp bedel ödediler. Ancak bu ödedikleri bedelin karşılığı olarak batılı devletler Saray rejiminin cihatçı çeteleri eşliğinde saldırılarına göz yumarak cevap verdi. Filistinlilerin sadece bir İsrail’i var ancak 4 parçadaki Kürtlerin en az 4 İsrail’i var.”
 
* Bu durumda Rojava’daki gelişmelerin olumlu sonuçlanması diğer bölgelere ve Filistin-İsrail krizine nasıl bir etkisi olabilir?
 
Türkiye’nin 2012-2014 yılları arasında doğrudan diyalog kurduğu Suriyeli Kürtleri bir anda “terörist” ilan edip Suriye’deki çözümsüzlüğü derinleştirmesinin bölgede nasıl bir tahribata yol açtığına tüm dünya tanıklık etti. Avrupa’ya göçler dursun diye Avrupalı liderler ne yazık ki, en kolay ve ilkesiz yöntemi seçerek Saray rejimini iç ve dış politikada tölere etme karşılığında göçmenlerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya akışının durdurulması seçeneğine yöneldi. Suriyeli Kürtler, sadece kendileri için değil, tüm insanlık adına savaşıp bedel ödediler. Ancak bu ödedikleri bedelin karşılığı olarak batılı devletler Saray rejiminin cihatçı çeteleri eşliğinde saldırılarına göz yumarak cevap verdi. Bu yaklaşım 4 parçadaki Kürtlerde bir kırılmaya sebep oldu. Özellikle Afganistan’ın Taliban’a terk edilmesi sonrasında Saray rejiminin İran’ın ve Rusya’nın gözü bu kez Güney Kürdistan ile Rojava’ya döndü. Ne zaman ABD öncülüğündeki birlikler buradan çekilirse o zaman Kürtlerin tüm parçalarda iradesini kırmak için birbirleriyle yarışacaklarını gösteren işaretlerle karşılaşıyoruz. Güney Kürdistan’daki referandumda bunu gördük, Rojava’da sıradan bir belediye seçimleri yapma sürecinde bunun işaretlerini gördük. Belki biraz aykırı bir ifade gibi gelecek ama hegemonik yaklaşım bağlamında, Filistinlilerin sadece bir İsrail’i var ancak 4 parçadaki Kürtlerin en az 4 İsrail’i var. Tüm bu baskılara ve her yönden ezme siyasetine karşı Kürtler 4 parçada meşru ve öz iradeleriyle ayakta kalabilmenin ve bölge halkları ile bir arada onurlu bir barışın sağlanmasının mücadelesini veriyor. Kürtler her parçada müzakereye ve çözüme hazır olduğunu her fırsatta ifade ediyor. Kürtlerle eşit ve demokratik temellerde yapılabilecek her türlü barış girişiminin tüm bölgeye olumlu bir yansıması olacağından eminiz. Bu bağlamda Kürtlerle bölge devletleri arasındaki ilişkiler ile İsrail-Filistin-Lübnan hattındaki ilişkiler arasında yakından bir ilişki olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kürtlerin ve Filistinlilerin gerçek anlamda barışa ve özgürlüğe kavuşmadan ne Arap ulus devletlerinin yurttaşları, ne Türkler ne Farslar ne de İsrail toplulukları gerçek anlamda özgürlük ve barış koşullarına erişemeyecek. Bu gayet açık ve Avrupa’daki 100 Yıl Savaşları’na benzer bir süreçten artık Orta Doğu’nun da çıkmasının zamanı geldi ve geçiyor bile.
 
“Büyük bir savaşın geldiğini görüyorsunuz, fakat bu savaşa en ilkel şekilde silahlanarak hazırlanıyorsunuz. Kürtlerin kazanımını bertaraf ederek Orta Doğu’da “güç” olma tezi devlet aklı tarafından sahiplenilmeye devam edildikçe Orta Doğu’yu saran bu yangın herkesi içine alacak potansiyeli vardır.”
 
*AKP iktidarının son yıllarda Orta Doğu’da “dengeyi sağlayarak güç” olma çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışındaki tutumu da bazı çevrelerce bu çerçevede okundu? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Türkiye’nin en büyük sorunu ve en büyük talihsizliği on yıldan uzun süredir Orta Doğu’da yaşanan çatışma hali ve derinleşen krizlere karşı verebildiği tek yanıt savaş politikalarını genişletmek olmuştur. Büyük bir savaşın geldiğini görüyorsunuz, fakat bu savaşa en ilkel şekilde silahlanarak hazırlanıyorsunuz. Oysa, Orta Doğu’da yaşanan krizlerden en asgari düzeyde etkilenmenin yolu içeride toplumsal barışı sağlamak ve komşu ve bölge ülkelerle barışçıl dış politika izlemek en doğru ve ilkeli yöntemdi. AKP iktidarı bunun yerine 15 yılda, Irak’tan, Suriye’ye; Azerbaycan’dan Libya’ya askeri müdahalelerle bir “güç” olma peşinde koştu. İttihat Terraki’nin cumhuriyetin ilk yıllarında toplumu sürüklediği duruma oldukça benzer bir durum. Irak’ta İsrail’in alternatifi olarak “Kalkınma Yolu Projesi”ni duyurdular, bu projenin güvenliği adı altında Irak Kürdistan’ında askeri üsler, süreklileşen askeri operasyonlar yapmasının bugün Netenyahu’nun BM’de gösterdiği haritadan bir farkı yok. Netenyahu’nun yoluna “sömürge, kan, soykırım” yolu derken AKP’nin Irak ve Suriye’de izlediği politikalara karşı sessiz kalıp kalmamak aynı zamanda bir samimiyet testidir. 
 
Bugün Orta Doğu’da Kürtlerin pozisyonu Orta Doğu’nun geleceğini belirleyecek güçtedir. Özetle “Kürtlerle barışan, bu savaştan en az zararı görür” demek doğru bir tespittir. Bugün Kürt sorunundan sadece Kürtler zarar görmüyor. Bu sorun sadece Kürtlere zarar veren bir aşamayı çoktan geçti. Kürt sorununun çözümsüzlüğünden en çok etkilenen bugün Türkiye, İran ve Suriye halklarıdır. Kürtlerin kazanımını bertaraf ederek Orta Doğu’da “güç” olma tezi devlet aklı tarafından sahiplenilmeye devam edildikçe Orta Doğu’yu saran bu yangın herkesi içine alacak potansiyeli vardır. Devam eden bu savaşın yegane panzehiri barıştır. Bu barış sağlanmadıkça, barışa açılan kapılara vurulan kilitler kırılmadıkça kimse güvende değildir. Fakat iktidar ve ortağı olan siyasi partilerin pratiklerine baktığımızda savaş politikasının keskin bir şekilde devam ettirildiğini görüyoruz.
 
“Kuzey Doğu Suriye’de Sayın Öcalan’ın çözümlemeleriyle Kürtler ne Esad’ın ne de Esad’a karşı kurulan ittifakın içinde yer aldılar. Böylece uluslararası komplonun da hedeflenenin boşa düştüğünü gösteren örneklerden sadece biri.”
 
* Savaş tartışmaları yürütülürken, 26 yılını dolduran 9 Ekim Uluslararası Komplo da savaşın başlangıç noktası olarak ele alınıyor zira geçtiğimiz günlerde İtalya’nın eski başbakanının komploya dair yaptığı açıklama Orta Doğu’daki hegemonik güçlerin paylaşım savaşını bir kez daha gündeme getirdi. Bu bağlantıya ve açıklamaya ilişkin ne söylersiniz?
 
9 Ekim Uluslararası Komplo, başladığı yerde çözülmeler yaşadı. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkarılıp komplo sürecinin başlatılmasındaki temel hedef uluslararası güçler ve bölgesel güçlerin Suriye’nin geleceği üzerine kurulu planları vardı. Bu planda da Kürtler kendileri için önemli bir roldeydi. Fakat istedikleri Kürt, örgütlü ve iradesi olan Kürt değildi. Aksine öncülüğü olmayan, istenildiğinde her yere çekilebilecek bir toplum istediler. Fakat öyle olmadı. Sayın Öcalan İmralı’da rehin olarak tutulsa da fikriyatı, paradigması Kuzey Doğu Suriye’de canlı kanlı vücut buldu. Hatırlayın, Ahmet Davutoğlu başbakan olduğu dönemde Kürtleri bugün SMO diye anılan eski ÖSO grubuna dahil etmek istedi. Bu konuda ABD’yi de ikna etmişlerdi. Kuzey Doğu Suriye’de Sayın Öcalan’ın çözümlemeleriyle Kürtler ne Esad’ın ne de Esad’a karşı kurulan ittifakın içinde yer aldılar. Böylece uluslararası komplonun da hedeflenenin boşa düştüğünü gösteren örneklerden sadece biri. Akabinde, komplo üzerine kurulan ittifakta çatlamalar oldu. Bugün Suriye’de uluslararası komploda adı geçen ülkelere bakın, her biri başka bir noktadan hareket ediyorlar. Aralarındaki çelişki derinleşmiş durumda. Bir yanda Rusya, diğer yanda ABD ve her ikisinin arasında gidip gelen Türkiye’nin durumu ortada. Tabi bu komplonun amacı elbette sadece Suriye’deki savaş değil. Lübnan’dan İran’a uzanan çatışma riskinde örgütsüz Kürdün hem taraf olması hem de Filistin gibi coğrafyalarının uluslararası güçlerin müdahil olduğu bir savaş alanı haline getirilmesi amaçlanıyordu. Gelinen noktada ise Kürtlerin öncekinden daha örgütlü hareket ettiğini söylemek doğru olur. Zira Kürtler artık eski Kürtler değil. Büyüyen bu örgütlülük kaçınılmaz olarak yukarıda bahsettiğiniz itirafları da beraberinde getirmektedir.
 
“Bir ulusun bir diğer ulus karşısında üstünlük sağlama vaatlerini sıralayan şovenist-militarist dile karşı tüm kimliklerin eşit özgür ve bir arada barış içinde yaşayabileceğini biliyoruz.”
 
*Son olarak şunu sormak istiyorum, DEM Parti olarak tüm bu savaş ortamına karşı geçtiğimiz haftalarda bir “Özgür ve eşit yaşamda ısrarcıyız, savaşlara karşıyız!” kampanyanızın deklarasyonunu yayınladınız. Bu deklarasyon dış politikada sizin için nasıl bir yol haritası olacak?
 
Kadın Meclisimizin 30 Eylül’de açıkladığı deklarasyon dünya ve bölge halklarının nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu ortaya koyan ve bunun karşısında barışın nasıl inşa edilebileceği ve yükselen savaş politikalarına karşı, savaş karşıtı tartışmaları ve çalışmaları merkezine taşıyan bir süreci ifade etmekteydi. Bunun için devletlerden bağımsız olarak sivil toplum örgütlerinin, kadınların, gençlerin ve aydınların bu sorunlar karşısında sözünün daha çok görünür olmasının gerektiğini savunuyoruz. Bir ulusun bir diğer ulus karşısında üstünlük sağlama vaatlerini sıralayan şovenist-militarist dile karşı tüm kimliklerin eşit özgür ve bir arada barış içinde yaşayabileceğini biliyoruz ve savaş karşıtı dayanışmayı ve sesimizi yükseltmenin yollarını tartışmamız gerekiyor. Deklarasyonumuzda da söylediğimiz gibi 2025 yılını barışın yılı haline getirmek için kadınlar olarak tüm yıla yayılacak etkinlikler planlayacağız. Bunu yaparken de  uluslararası dayanışma ve toplumsal barış ağlarımızı da her platformda örgütlemeye çalışacağız.  
 
 
 

Etiketler:

Okumadan geçme!