Raziye Öztürk: PKK Lideri Abdullah Öcalan halkların umudu pozisyonunda

  • 09:01 4 Nisan 2022
  • Güncel
Nişmiye Güler- Rozerin Gültekin
 
İSTANBUL - PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın paradigmasıyla halklara umut olduğunu söyleyen Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Raziye Öztürk, “Şu anda İmralı koşullarında olmasına rağmen özgürlük mücadelesini sürdürdüğünü, dört duvar arasında da fiziken de kendi açısından ciddi engellemeler bulunmasına rağmen özgür düşünceleri, fikirleriyle tüm toplumu etkileyen pozisyonda. Barış rolüyle de Kürtlere ve tüm Ortadoğu halklarına umut olan bir pozisyonda” dedi.
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan, 73’üncü yaş gününü de İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında karşılıyor. 23 yıldır ada cezaevinde ağır tecrit koşullarında tutulan Abdullah Öcalan’ın doğum gününü Kürt halkı ise yeniden doğuş günü olarak kutluyor. Abdullah Öcalan, bulunduğu koşullara rağmen halklara umut vaat eden paradigmanın öncülüğünü yaparken, onun paradigması milyonların mücadelesine ışık oldu.
 
Halkların özgürlük mücadelesine öncülük eden Abdullah Öcalan ile 2013’te başlayan müzakere sürecinin son görüşmesi 5 Nisan 2015 tarihinde yapıldı. PKK Lideri, avukatları Newroz Uysal ve Rezan Sarıca ile ise 8 yıl aradan sonra 2-22 Mayıs, 12-18 Haziran ve 7 Ağustos 2019 tarihlerinde görüşebildi. Son olarak ise Abdullah Öcalan’a İmralı Disiplin Kurulu Başkanlığı tarafından 3 Şubat 2022 tarihinde disiplin cezası olarak “3 ay aile ziyaretinden yoksun bırakma cezası verildiği” ve 21 Şubat’ta kesinleştiği avukatların Bursa İnfaz Hakimliği’ne yaptığı başvuru sonucu açığa çıktı.
 
Unutturma politikası boşa düştü
 
PKK Lideri’nin İmralı duruşunu, İmralı’daki özel hukuku, uluslararası örgütlerin sessizliğini ve halklara umut olan 4 Nisan’ı Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Raziye Öztürk ile konuştuk. Halkların taleplerine ve ulusal ile uluslararası hukuksal mevzuatlara kulak tıkayan yetkililerin tecritteki ısrarını yorumlayan Raziye, “Bugün onca sindirme ve tecrit uygulamasına rağmen Newroz meydanlarında milyonlarca insanın Sayın Öcalan’ı zikrettiğini hala Önder olarak gördüğü yönünde sloganlar attığını gözlemleyebildik. Bu Sayın Öcalan’ı unutturmaya yönelik politikaların aslında ne kadar boşa düştüğünü bize gösteriyor” dedi.
 
* İmralı Adası’nda tutulan müvekkillerinizden bir yıldır haber alamıyorsunuz. Bir yıl içinde hangi hukuksal girişimlerde bulundunuz?
 
İlk olarak hukuken sorumluluğu doğan tüm yargı ve idari makamlara başvurularımızı yaptık. Bunların içerisinde Adalet Bakanlığı’ndan Meclis’teki İnsan Hakları Komisyonu’na, Cezaevleri Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne kadar birçok idari makama ve bunun yanında yargısal olarak da İnfaz Hakimliği, sonrasında Ağır Ceza Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi’ne kadar yürüttüğümüz bir süreç söz konusu oldu. Devamında da yerel yargı açısından bir sonuç alamadığımızdan kaynaklı Birleşmiş Milletler’in Acil Eylem Birimi’ne başvuru yaptık. İşkence Raportörlüğüne başvurularımızı yaptık ve yine BM bünyesinde çalışan insan hakları alanında çalışma yürüten komisyonlara başvurularımızı gerçekleştirdik.
 
Tabi bu başvurularımızın yanında hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde birçok kurum ve kuruluşa da başvuru yaptık. Barolardan Tabipler Birliğine kadar insan hakları mücadelesi alanında çalışma yürüten, işkenceye karşı mücadeleyi misyon edinen birçok kurum ve kuruluşa başvuru yaptık, yapmaya devam ediyoruz. Kurum ve kuruluşları bilgilendirmeye devam ediyoruz.
 
“Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu ‘yargısal bir sürecin yürütüldüğü ve nihayete erdirildiği dolayısıyla kendilerinin yargılama makamlarını inceleme gibi bir yetkilerinin olmadığı’ gibi bir yanıtla başvurumuza olumsuz bir yanıt verdi.”
 
* Yaptığınız bu girişimlere herhangi bir yanıt aldınız mı?
 
Takip edebildiğimiz kadarıyla Diyarbakır Barosu’nun Adalet Bakanlığı’na başvurusu oldu. Özgürlük için Hukukçular Derneği’nin zaten tecrit karşısında bir tutumu söz konusu. ÖHD’nin Adalet Bakanlığı’na ve Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına başvuruları söz konusu oldu. Meclis İnsan Hakları Komisyonu bize yazılı bir cevap verdi. Ancak bu yazılı cevabında sadece bizim başvurumuzu alt komisyona ilettiklerini belirtiler, bunun dışında bir yanıt alamadık. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na bir başvurumuz söz konusuydu. Bu kurumun da bize verdiği cevapta “yargısal bir sürecin yürütüldüğü ve nihayete erdirildiği dolayısıyla kendilerinin yargılama makamlarını inceleme gibi bir yetkilerinin olmadığı” gibi bir yanıtla bu başvurumuza olumsuz bir yanıt verdiler. Kendi misyonlarının dışında bir şey. Biz burada zaten yargı makamlarının kararlarının hukuka aykırı ve keyfi olduğunu yönde açıklamalarımızı yapmıştık bunları belgelendirmiştik. Ancak buradaki işkence durumuna karşı kendilerinin inceleme yetkisinin olmadığı yönünde bir kararla bize bildirdiler.
 
“Müvekkiller hakkında yeni bir disiplin cezası olduğunu öğrendik. Edindiğimiz tek bilgi bu disiplin cezası kararının Şubat ayında verilmiş olduğu, 3 aylık olduğu ve müvekkillerin yine itiraz etmediği gerekçesiyle kesinleştirildiği şeklinde. İçeriğe dair yine herhangi bir bilgi yok.”
 
*Ağustos ayında verilen disiplin cezasının süresinin dolması ve üzerinden 3 ay geçmesine rağmen görüş yapılamasına karşı Bursa İnfaz Hakimliğine bir başvuruda bulundunuz. Başvurunuzu reddeden hakimlik, 3 aylık yeni bir disiplin cezasını gerekçe gösterdi. Öncelikle buna dair bir girişiminiz olacak mı ve görüşme olmadan verilen bu disiplin cezasını nasıl değerlendirmek gerekiyor?
 
 
Başvurularımız maalesef pozitif hukukun bize çizdiği sınırlar içerisinde oluyor. Bunların belirli aşamaları söz konusu. İmralı’daki haber alamama durumuna karşı birçok kez hem idari hem de yargı makamlarına başvurularımız oldu. Kasım ayında başvuru yapmıştık. Başvurumuzda hem avukat görüşlerinin hem de aile görüşlerinin sağlanması noktasında bir başvurumuz söz konusuydu. Bize verdikleri yanıtta aile görüşünün gerçekleşmeyeceği çünkü müvekkiller hakkında 3 aylık bir disiplin cezası kararı olduğunu belirttiler. Avukatlar açısından da 6 aylık bir yasak söz konusu olduğunu belirttiler. Disiplin cezasıyla ilgili süreçte itiraz süreçlerini AYM’ye taşımıştık. Bu hukuka aykırı disiplin cezasının bitiminin üzerinden 4 ay geçti. Tüm süreç içerisinde biz her zamanki gibi Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına ve savcılık aracılığıyla cezaevi müdürlüğüne başvurularımızı yapmaya devam ettik. Ancak bu süre içerisinde de başvurularımıza bir cevap alamadık. Dolayısıyla bizim artık İnfaz Hakimliğine başvuru zorunluluğumuz doğdu. Tekrardan İnfaz Hakimliğine başvurarak müvekkiller ve ailelerin görüşmelerinin sağlanması yönünde bir başvuru gerçekleştirdik. Bu başvurumuza hemen ertesi gün ret cevabı geldi. Bu ret cevabında müvekkiller hakkında yeni bir disiplin cezası olduğunu öğrendik. Edindiğimiz tek bilgi bu disiplin cezası kararının Şubat ayında verilmiş olduğu, 3 aylık olduğu ve müvekkillerin yine itiraz etmediği gerekçesiyle kesinleştirildiği şeklinde. İçeriğe dair yine herhangi bir bilgi yok. 1 Nisan’da İnfaz Hakimliğinin haksız ve hukuksuz bu kararına itirazlarımızı ve dosya içeriğine dair taleplerimizi ileterek başvurumuzu yaptık. Ağır Ceza Mahkemesinin bu konu hakkındaki kararını bekleyeceğiz. Kararın olumsuz gelmesi durumunda önce AYM ve daha sonra uluslararası mekanizmaları kullanma yönünde başvurularımız olacak.
 
“Müvekkillerimizden Veysi Aktaş’ın bu süreçlere itirazları söz konusuydu ancak onun da bu yönlü bir itirazının olmaması bizim kafamızda soru işareti yaratan bir durum oldu.”
 
*Geçtiğimiz günlerde hukuk bürosu olarak bir açıklamanız oldu ve bu açıklamada müvekkilleriniz hakkındaki endişelerinizi dile getirdiniz. Endişelerinizi biraz açar mısınız?
 
Sayın Öcalan ve Sayın Hamili Yıldırım ile ailelerinin 25 Mart 2021 tarihinde bir telefon görüşmesi oldu. Sayın Öcalan’ın ve Hamili Yıldırım’ın görüşmeleri çok kısa sürdü. Diğer müvekkillerimiz aileleri ile bir görüşme sağlayamadılar. Çünkü müdürlükçe müvekkillerimizin telefona çıkmak istemediği belirtildi. Telefon görüşmesinin içeriğine baktığımızda Sayın Öcalan’ın ciddi bir tepkisi var. Hukuken uygulanması gereken avukatların buraya gelmesi yönünde bir tepki verdi. Duruma tepki gösterdikten sonra bu telefon bağlantısı kesildi. O tarihten bu yana bir haber alınamıyor. Telefon bağlantısının bu şekilde kesilmesi endişe verici bir durum. Bunun sonrasında bizim İnfaz Hakimliğine yaptığımız başvuru sonrasında disiplin cezalarına ve avukat yasağına ilişkin olarak İmralı Adası’ndaki müvekkillerimizden hiçbir şekilde bu cezalara itiraz etmediği belirtildi.
 
Müvekkillerimizden Veysi Aktaş’ın bu süreçlere itirazları söz konusuydu ancak onun da bu yönlü bir itirazının olmaması bizim kafamızda soru işareti yaratan bir durum oldu. Tecrit oradaki durumu belirsiz kılıyor ve her türlü olumsuz düşünceyi kişinin aklına getirebilecek durum da oluyor. Silivri’de olan bir müvekkilinizin hasta olması durumunda ya da hukuken bir ihtiyacının doğması durumunda siz gidip görevinizi yapabiliyorsunuz, kendisini görebiliyorsunuz. Ama İmralı açısından bizim hiçbir şekilde oraya ulaşma, orada denetim sağlayabilme, müvekkillerimizin durumunu gözlemleyebilme gibi durum söz konusu değil. Dolayısıyla oradaki belirsizlik durumu endişelerimizi katlandırıyor. Ada hapishanesindeki görüşmelere baktığımızda son sekiz yıl içerisinde sadece 3 aile görüşmelerinin gerçekleşmesi, son 11 yıl içerisinde 5 avukat görüşünün gerçekleşmesi İmralı Ada Hapishanesindeki durumu özetleyen bir durum. Bu haliyle var olan yasal haklarını kullanmalarının önüne geçilmesi bu endişeleri arttıran başka faktör. 
 
*Açıklamanızda “Anayasa ve yasaların İmralı’da niçin uygulanmadığı sorusunun cevabı kamuoyu adına aydınlatılmalıdır” dediniz. Hukuk İmralı’da neden işletilmiyor?
 
Hukuk hak kelimesinden gelir. Hakkın kişilere verilmesi. Aslında hak olan hukukun uygulanması gerekliliğini ortaya getirir. Bizim taleplerimiz sadece pozitif hukuk sınırları içerisinde kalıyor. Biz sadece var olan hukukun uygulanması yönünde taleplerde bulunuyoruz. Taleplerimizin tümüne olumsuz yanıt verildi. Bu da politik kararlarla, uluslararası komplonun bir parçası olarak oluşturulan İmralı Ada Hapishanesi olma gerçekliği bunun en önemli gerekçelerinden biri. Siyasi kararların ön planda olduğu bir yer ifade edebiliriz. İmralı Ada Hapishanesinde işkence, tecrit sistemi üzerine kurulmuş ve devam ettirilen bir sistem söz konusu. İşkencenin olduğu bir yerde gerçekten hukukun mesamesinin okunmadığı bir yer durumda. Dolayısıyla politik kararlarla oluşturulan bir yer olması sebebiyle hukuk bu siyasi kavramların çok gerisinde kalan bir noktada. Yasak anlamında hukukun uygulanması söz konusu oluyor. Ama yaşamsal anlamda, yaşam hakkı ve işkence yasağının ihlal edilmemesi konusunda bir talebe geldiğinde siyasi kararlar ve güvenlik gerekçeleri ön plana çıkıyor.
 
* Neredeyse çeyrek asırdır bir tutulma hali mevcut. Bu süreçte sağlık hakkı için dahi bir kez bile ada dışı ile hiçbir teması olmadı, en temel hakları yok sayıldı. Bu tablo karşısında tecrit kavramı yeterli bir kavram mıdır?
 
Birçok kelime ifade edildi. Özellikle 2015 sonrası tecrit durumu bu durumu yeterli düzeyde açıklayan bir kelime olmadığı için “mutlak tecrit” kavramını kullanmıştı Sayın Öcalan. Tüm haklardan mutlak anlamda bir yoksunluk durumu. Gelinen aşamada pozitif hukukun içerisinde işkence olarak da ifade ediyoruz ama oradaki bir belirsizlik durumu buna daha ötesinde bir durum ve Türkçe karşılığı olarak buradaki hukuksuzluğun, keyfiyetin, insanlık dışı durumun bir karşılığı olmadığı kanısındayım.
 
“Avukatlığımızın önüne geçilerek aslında bu hukuksuzlukların uluslararası mekanizmalara taşınmasının engellenmesi tecridin bir boyutu. Sayın Öcalan’ın politik duruşu sebebiyle aslında İmralı’dan herhangi bir bilgi kırıntısının dahi çıkmasına engel oluyorlar.”
 
* Bunun bir ayağı olarak aslında sizin avukatlık sorumluluklarınız da engelleniyor. Müvekkillerinize kimi disiplin cezaları veriliyor ama bunun ne gerekçeleri ne de süreç hakkında bilgilendirmesi yapılıyor. Bu ne anlama geliyor?
 
Tecrit çok boyutlu. Bunun bir boyutu müvekkillerimizin haklarını kullanmalarının önüne geçme, cezaevinde de olsa bir kişinin temel hakları mevcuttur. Bu temel hakların içerinde adil yargılanması, savunma hakkı, hukukun etkin bir şekilde kullanma hakkıdır. Bunun önüne geçilmeye çalışılıyor. Çünkü neden avukatlar bu duruma müdahale etmiş olurlarsa, yerel düzeyde sonuç alamazlarsa da bu uluslararası hukuk anlamında Türkiye’nin yaptığı hukuksuzlukların teşhiri anlamına geliyor. Belirsizlik durumu içerisinde dahi bu durum zaten teşhir edilmiş durumda ancak somut olarak orada ki uygulamaları görebilseydik bu çok etkin bir şekilde başvurular söz konusu olabilirdi ve Türkiye aleyhine ciddi anlamda kararların çıkması noktasında Türkiye’yi zora sokacak bir durum olurdu. Dolayısıyla bizim avukatlığımızın önüne geçilerek aslında bu hukuksuzlukların uluslararası mekanizmalara taşınmasının engellenmesi tecridin bir boyutu. En önemli durum politik anlamdaki durum. Sayın Öcalan’ın politik duruşu sebebiyle aslında İmralı’dan herhangi bir bilgi kırıntısının dahi çıkmasına engel oluyorlar. Çünkü özelikle Kürt halkı üzerinde Sayın Öcalan’ın etkisi ciddidir ve bu anlamda sindirme, yıldırma politikasının bir ürünü olarak da bu amaçlanıyor. Sayın Öcalan’dan bir sesin çıkması, İmralı Hapishanesinden bir haber alınması önüne geçiliyor, bu da tecridin siyasi boyutu.
 
*Dış dünya ile temas olmaksızın hücre koşullarında tutulmanın evrensel hukuk ilkeleri ve yargı içtihatları gereğince işkence olduğu tespitinde de bulundunuz. Uluslararası mevzuatlarda ve sözleşmelerde işkence yasağına dair pek çok madde mevcut. Türkiye’de bunun uygulanmıyor oluşu neden görülmüyor ya da görülüyor ise buna karşı sessizliğin nedenini nasıl yorumlamak gerekir?
 
Uluslararası komploda Avrupa’nın, ABD’nin ve diğer hegemon güçlerin etkisini biliyoruz. Bu politika ve sessiz kalma durumu da bunun bir devamı. Türkiye’nin işkence yasağını uygulamaması noktasında özellikle birçok uluslararası anlamda sözleşmeye taraf dolayısıyla bunları uygulama yükümlülüğünde. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de bunların en başında geliyor. Ama Türkiye tarafından uygulanabilirliği yok. En azından Sayın Öcalan nezdinde, İmralı Adası’nda bulunan müvekkillerimiz açısından durum böyle. Türkiye’de nasıl politik sebeplerle hukuk çok geriye itiliyorsa Avrupa açısından da maalesef ki böyle. Bunu şöyle tanımlıyoruz; Türkiye’nin Avrupa ile olan çıkarları doğrultusunda karşı bir duruş sergilemiyorlar. Dolayısıyla hem etkisiz davranıyorlar hem de ciddi anlamda bir sessizliğe bürünüyorlar.
 
CPT’nin sessizliğinin nedeni
 
AİHM’e 2011 yılında yaptığımız bir tecrit başvurusu var. Bu başvuru hala karar bağlanmış değil. Çok sonraları yapılan başvurular var AİHM’de bu doğrultuda kararlar çıktı. Yine CPT açısından baktığımızda misalen Avrupa Konseyi’nin bir kurumu, denetlemekle yükümlü. CPT 2019’da bir rapor yayınladı. Bu rapor sonrasında durumu denetlemekle, gözetlemekle yükümlü. Türkiye bunun ne kadarını uyguluyor ne kadarını uygulamıyor. CPT oradaki ihlal durumlarını zaten tespit etmişti. CPT raporu sonrası Türkiye’nin geldiği konum İmralı Adası açısından daha da artan bir seviyeye geldi. Ancak CPT tekrar Türkiye’ye geldiğinde İmralı Adası’na giderek bu durumu denetlemek ve gözlemek gereği duymadı. Sadece buradaki makamlardan, yetkililerden bilgi alarak yetindi. Ama CPT’nin kendi raporu içerisinde Türkiye’nin belirttiği durumların özellikle disiplin cezaları boyutuyla, aileleriyle görüştürülmemesi boyutuyla verdiği beyanatların inandırıcı olmadığını söylediler. Aslında Türkiye’nin İmralı Hapishanesi hususunda verdiği beyanatların ya da sunduğu savunmaların inandırıcı olmadığını belirtiler. Şimdi de inandırıcı bulunmadığı yetkililerin sadece beyanatlarına güvenerek orada herhangi bir gözlem yapmadan Türkiye’den ayrılabiliyorlar. Bu hem CPT’nin etkisizliği hem de aslında oradaki hukuksuzluğu bilmesine rağmen buna göz yumması tamamen politik karar ürünü. Yoksa bu insan hakları ile bağdaşır bir durum değil. Ya da bunu korumayı amaç edinen bir kurum açısından bu kadar pasif kalınması mümkün değil.
 
Bakanlar Komitesi etkili karar sunmadı
 
Yine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne çok uzun yıllardır gelmiş ağırlaştırılmış müebbettin bir işkence olduğu konusunda gelmiş bir ihlal kararı var. Bunu takip etmekle yükümlü bir komiteden bahsediyoruz ancak Bakanlar Komitesi 7 yıl sonra bunu gündemine alıyor. Gündemine aldıktan sonra da etkili bir karar sunma durumu söz konusu olmuyor.  Tüm bunlara baktığımızda bu kurumların bir bütün olarak ya sessiz davranarak ya pasif kalarak aslında Türkiye’yi cesaretlendirdiğini ve bu sebeple de Türkiye’nin bundan cesaret alarak herhangi bir yaptırıma uğramadığı için bunları giderek artırabildiğini görüyoruz. Dolayısıyla insan hakları karnesi olarak çok fecaat olarak değerlendirebileceğimiz bir durum.
 
“Newroz meydanlarındaki sloganlar Sayın Öcalan’ı unutturmaya yönelik politikaların aslında ne kadar boşa düştüğünü bize gösteriyor.”
 
*PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt sorunundaki muhataplığı inkar edilemez bir konu. Sizler de açıklamanızda buna işaret ettiniz. Yanı sıra PKK Lideri’nin 73’üncü yaş günü de geliyor. PKK Lideri doğum günü bir halkın yeniden doğuşu olarak tanımlıyor. Siz avukatları olarak bu bağı en çok görenlerdensiniz. PKK Lideri’nin günümüzde halklar için geldiği konum nedir?
 
Bu durum tarihsel arka planda irdelendiğinde dahi çok önemli bir gerçeklik çıkıyor. Sayın Öcalan’ın Kürtler üzerindeki pozisyonu ortaya çıkıyor. Bugün onca sindirme ve tecrit uygulamasına rağmen Newroz meydanlarında milyonlarca insanın Sayın Öcalan’ı zikrettiğini hala önder olarak gördüğü yönünde sloganlar attığını gözlemleyebildik. Sayın Öcalan’ı unutturmaya yönelik politikaların aslında ne kadar boşa düştüğünü bize gösteriyor. Tarih boyunca Kürtler hep insanca ve özgür yaşama hakkından hep mahrum edilen bir halktı. Sürekli soykırım kıskacı altında tutulan bir toplumdu. Özellikle Cumhuriyetin kuruluşunda asli bir unsur olmasına rağmen sürekli nesne konumunda tutulan, hegemonik güçlerin kendi aralarında çekiştirdiği, çıkarları doğrultusunda kullandığı bir halktı. Ama Sayın Öcalan’ın geliştirdiği politikayla beraber Kürt halkı bunun öznesi konumuna geldi.
 
Sayın Öcalan mücadelesini toplumsallaştırdı
 
Tarih itibariyle ele aldığımızda Kürtlerin durumu bir kölelik durumundan bahsedilebilir. 1924-1930 yılları arasında Kürtler asli unsur olarak temel hakları taleplerinde bulunurken ve buna dair sözler verilirken o dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un Kürtleri kast ederek “Saf Türk olmayanların hakları ya kölelik ya hizmetkarlıktır” diyor. Kürtlere biçilen rol bu şekildeydi. Bir birey Kürt olarak doğmuşsa karşısında iki seçenek duruyor: ya kendi öz ırkını, özünü inkar etmesi ve Türkleşerek asimilasyona uğraması, diğer bir boyutu da kölelik durumunu kabul etmeyerek bunla mücadele etmesiydi. Sayın Öcalan’ın doğumuyla beraber bu durumu fark etti ve kendini inkar eden bir pozisyonda durmadı. İlk mücadeleyi özgürleşmeye çalışarak verdi. Sayın Öcalan bu mücadelesini toplumsallaştırdı. Dolayısıyla doğumunu daha anlamlı bir hale getirdi. Doğduktan sonra kendisi için geliştirdiği ve kendi çevresiyle verdiği mücadele  onun doğumunu anlamlı kılıyordu ama bu anlamlılığı daha da derinleştirdi Sayın Öcalan pozisyon olarak. Özgürlük anlamında ciddi bir mücadeleye girişti ve bunun sonucunda Kürtlerin var olma ve özgürlük mücadelesi başka bir aşamaya taşındı. Bu sayın Öcalan’ın Önderlik çizgisiyle oldu.
 
Kürtlerin doğuşu
 
Kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi geliştirdi. Hatta çoğu zaman Öcalan kendini Spartaküs olarak tanımlıyordu. Çünkü Spartaküs bir köle anne ve babanın oğlu. Doğduğunda Roma yasasına göre bir köle pozisyonundaydı. Ancak Spartaküs bu kölelik durumunu kabul etmedi ve bunla özgürlük mücadelesi verdi. Sayın Öcalan, Spartaküs ile benzeştiği noktaları birçok görüşmesinde dile getirmişti. Dolayısıyla Sayın Öcalan’ın özgürlük mücadelesi çerçevesinde geliştirdiği felsefe özgür Kürdü yaratan bir pozisyonda oldu. Özgürlük mücadelesine liderlik etme açısından da Kürtler açısından da bir doğuş olarak nitelendirildi. Birçok Kürt Sayın Öcalan’ın doğuşunu kendi doğuşu olarak belirtiyor. Çünkü Sayın Öcalan’ın felsefesi hep şu olmuştu “Ya bu yaşamı özgür yaşayacağım, ya da yaşamayacağım” üzerinden olmuştu. Şu anda İmralı koşullarında olmasına rağmen özgürlük mücadelesini sürdürdüğünü, dört duvar arasında da fiziken de kendi açısından ciddi engellemeler bulunmasına rağmen özgür düşünceleri, fikirleriyle tüm toplumu etkileyen pozisyonda. Barış rolüyle de Kürtlere ve tüm Ortadoğu halklarına umut olan bir pozisyonda.
 
Sayın Öcalan’ın felsefesi sadece Kürtler açısından nefes aldıran bir nokta değildi. Ortadoğu halkının kurtuluşu olarak ifade edebileceğimiz düşünce ve paradigma geliştirdi. Örneğin Arap halkının da yer aldığı Rojava’da karşılığını buldu. Orada özgür bir yaşamın nasıl kurulabileceğini, özellikle kadınların bu mücadelede ön saflarda yer aldığı bir mücadelede bu paradigmanın nasıl geliştirilebileceğini pratikleriyle görmüş olduk. Tabi dünyanın birçok yerinde Sayın Öcalan’ın düşüncelerinin, felsefesinin benimsenmesi durumu söz konusu.
 
Kadın konusundaki fikirlerinin Jineolojî atölyelerinde anlatılması, pratiğe geçirilmesiyle etkilenen bir kitleyi görmek mümkün. Sayın Öcalan uluslararası komploya maruz kalmadan evvel Avrupa’ya giderek bir demokratik siyaset yürütme amacı gütmüştü. Orada bir yürüyüş başlatıyordu aslında. Şimdi binlerce Kürt’ün Avrupa’da bu yürüyüşü devralarak demokrasinin geliştirilmesi yönünde talepte bulunduklarını görüyoruz. Daha önce nesne durumunda olan Kürtlerin, Rojava ile beraber ve Kürtsüz bir şeyin olmayacağını göstererek özne konumuna geldiğini görüyoruz.