‘Lozan’ın ilk yüzyılı sonraki yüzyılda ne yapmamız gerektiğini gösterir’ 2023-07-23 09:05:01   Şehriban Aslan    AMED – Araştırmacı yazar ve tarihçi Ayşe Hür, 100’üncü yılına giren Lozan Antlaşması’na ilişkin şöyle dedi: “Lozan’ın ikinci yüzyılına baktığımızda birinci yüzyılı bize enerji verir. Ne yapmamız gerektiğini düşünmemizi sağlar. Kaç yüzyılda başarılı hamle olur onu zaman gösterir” dedi.   Lozan Antlaşması’nın 100’üncü yılı dolayısıyla Kürtler öncülüğünde Kurdistan, Türkiye ve Avrupa ve Ortadoğu’da konferanslar, çalıştaylar, seminerler, panel ve toplantılar düzenlenmeye devam ediliyor. Kürtlere yönelik asimilasyon, inkar ve imha üzerinden şekillenen ve bugüne gelen Lozan Antlaşması’na karşı Kürtler tepkilerini her yerde dile getirmeyi sürdürüyor.    Araştırmacı yazar ve tarihçi Ayşe Hür,  Lozan Antlaşması’nın nasıl ortaya çıktığı ve sonrasında neler olduğunu JINNEWS’e anlattı.    ‘Halkı düşünen olmadı’   Lozan’ın arifesinde dünyada imparatorluklar çağının çözümlenmeye başlandığı dönem olduğunu hatta bütün imparatorluklar için öyle olduğunu söyleyen Ayşe, imparatorlukların fethedecek kadar alanlara yayılabildiğini belirtti. Fethettiği alanı kontrol edebilecek kadar yayıldığını sonrasında doğal olarak oradaki yerel aktörlere yetkisini devrettiğini kaydeden Ayşe, “Bir süre sonra ‘niye size tabi olalım’ diyorlar ve kendi yollarını aramaya başlıyorlar. Bu Osmanlı İmparatoru için de böyleydi. Toprak kayıpları dedikleri kendilerine ait olmayan toprakları, oranın yerel halkları geri almaya başladı. Böyle bir atmosfer içerisinde ittihat terakkiciler iktidara adım adım el koydular. Sonrasında kafa sadece, ‘biz bu devleti nasıl kurtarırız’ oldu. Fakat halkı düşünen olmadı. Halkı kurtarmak deyince de yine, yeniden işgal ve gasp politikalarını hayata geçirmek ve yayılmak oldu. O sırada emperyalist sistemin içerisindeki güçler bunu bir fırsat olarak gördüler. Çünkü onlar da aynı şekilde dağılmak üzereydiler. ‘Yeniden kartları oynayalım, dünyayı yeniden paylaşalım, biraz da öyle gidelim’ derken Osmanlı da bunun içine dahil oldu. Bir şey kapar mı diye düşündü. Bunun için çeşitli ittifakları zorladı ve sonunda Almanlardan başka seçeneğinin olmadığını anladı” dedi.   ‘Osmanlı atlama tahtası olarak görüldü’   Almanların, Osmanlı İmparatorluğu’nu atlama tahtası olarak gördüğünü kaydeden Ayşe, “Çünkü onların bir sömürgesi yoktu Osmanlının eski sömürgeleri oradan Müslüman dünyaya oradan da Hindistan’a gidilir diye hayaller kuruyorlardı. Sonunda bu kafayla savaşa girildi ve Osmanlı İmparatorluğu ile müttefiklikleri hezimetle bitti. Hem Almanlar yenildi hem de Osmanlı Devleti yenildi. Sonunda Osmanlının paylaşılması masaya geldi. Galipler, ‘biz size gününüzü gösteririz’ dedi. Hele Osmanlıya, ‘siz bizi iki sene Çanakkale’de oyaladınız, iki milyona yakın insanımızın ölümüne neden oldunuz. Bu kadar para gitti, size bunun hesabını sorarız’ dedi. O tarihte ve o yenilgiden dolayı çok sert bir şekilde Osmanlıyı masaya oturttular. Osmanlının Mondros Mütarekesi, ölüm fermanı oldu. Bu aşamadan sonra eski ittihatçı kadro ne yapacaklarını düşündüler. Bir kısmı bu işin bittiğini artık hayatlarına bakmaları gerektiğini söylerken bu defa itilaf devletleri savaş suçlarını sorgulamamak için adım attılar. Ermeni soykırımına ilişkin de suçları vardı. Birden artık hayatlarına bakamayacaklarını, normal bir sürecin kendilerini beklemediğini anladı. Milli mücadele adı verilen direniş hareketini başlattılar” sözlerini kullandı.   ‘Türkiye diğer devletleri kandırdı’   İttihatçıların başlattıkları hareketin amacının hem ideolojilerini hem de arkadaşlarını kurtarmak olduğuna dikkat çeken Ayşe, bunu kendileri için yapamayacağını söyleyemedikleri için buna milli kılıf uydurulduğunu ifade etti. Ayşe, “Milli mücadele verdiklerini, ulus devletlerini kuracaklarını, herkesin devleti olduğunu, kendilerinin neden devletinin olmadığını, ‘Ermenilerden daha mı geriyiz’ diyorlardı. Olaya bir diğer bakış açısı da Ermenilerden, Rumlardan çalınan topraklarını geri alacaklarını söylüyorlardı. Sonunda bunun adı milli mücadele konuldu, işler rast gitti. Nedeni de büyük devletler bu savaşı sürdürecek enerjiye sahip değillerdi. Kendi kamuoyları kendilerine savaşı bitirmelerini söylüyordu. İşçi sınıfı grevler yapıyordu, sosyalist hareketler iktidarlarına baskı yapıyordu. Sonunda onlarda işi fazla uzatmadan, 1914 yılından 1922 yılına kadar savaştıklarını belirttiler. ‘Ne halleri varsa görsünler, Türkiye mi kuracaklar. Ne kurarsa kursunlar. Anadolu’nun içerisinde küçük bir devlet kuracaklarsa kursunlar’ dediler.    Bu şartlar altında Türkiye Cumhuriyeti kurulabildi. Yani bir tarafın savaştan yıldığı, dünyayı artık başka yöntemlerle paylaşmanın da yollarını bulduğu bir dönem… Diğer tarafta da milli ideoloji etrafında belli kitleyi mobilize etmiş bir gücü yenilmemiş, direnç göstermesi en ufak bir durumda koşullar elverdi ve Lozan bu şartlar altında tüm ulus devletlerinin kuruluşuna izin verdi. Türkiye’de bunu yaparken onları şöyle kandırdı; ‘biz tek değiliz. Korkmayın bizden. Eski ittihatçılar gibi Ermenileri katleden Türkler değiliz. Bakın yanımızda Kürtlerde var onlar da bize güveniyor’ dedi. Büyük devletler de tarz değiştirdiğini, daha yumuşak, daha demokratik bir devlet kuracaklarını sandı. Sonra büyük devletlerin kendisi, ‘bir devlet olsun, pazar olsunlar bize. Hem de öyle bir devlet olsun ki Sovyetler Birliği aşağı doğru yayılıp da bizim çıkar alanlarımızı tehdit etmesin.’ Lozan böyle bir konjonktürün ürünüdür” şeklinde konuştu.   ‘Kadın olması gerektiği yerde’   Lozan’da kadının yerine değinen Ayşe, “Kadının ilkel toplumlardan beri hayatın içinde olduğunu biliyoruz. Henüz çok net kanıtlar olmasa da anaerkil toplumlarının olduğuna dair,  dair kadın soylu toplumlar olduğuna dair çok veri var elimizde. Fakat sonuçta bu bir tarihi dönem, rüya gibi olarak geride kalmış; insanlık tarihi ağırlıklı kısmı sınıflı toplumlar kölecilik, kapitalizm hem erkeklerin bir bölümü hem de kadınların özel olarak yüksek sınıflara dahi tarihten silinmiş. Kadın bilim yapıyor, siyaset yapıyor, örgütlüyor, doğuruyor, tarım yapıyor ama erkek egemenin tarih yazımı onu tarihin içine almıyor. Ancak arkeolojik kazı yaparak bulabiliyorsun. Kadın bu tarihsel hikâyede sorumlu değil. Ama burada sorumluluğu tali bir şekilde niye talep etmedi? ‘Niye ben de burada olmalıyım, niye ben de böyle bir devlet istemiyorum?’ demedi. Bu mücadelenin sonunda kurulacak soykırımcı, asimilasyona niye itiraz etmedi? Fakat bunlar karışık konular, böyle suçlu bulup suçlayamıyoruz. Ne olduysa öyle olması gerektiği için oluyor mantığı hakim genel olarak. Toplumsal gelişimizin içinde yine de çok radikal bir savaşla ortaya çıkmış, ulus devlet oturuyor kendi azınlıklarıyla onların tepesine çullanıyor. Yani bu yüz yıl içinde kadın nerede sorusu romantik soru fakat kadın bugün nerede? Bence giderek olması gereken yerde. Çok tarihe takılmayacaksın tabi tarihten alman gerekeni heybene koyacaksın” dedi.   ‘Sorgulanma şekline göre şiddet’   Ayşe, Lozan’dan sonra bir daha bu topraklara eşitlikçi, adil, barışçıl toplum modellerinin bunu çok az başardığını vurguladı. Ayşe, şöyle konuştu: “Bunu başaranlar da geniş bir coğrafya da çok kanlı sömürüler yapan, müthiş kolonizasyon yapmış ve oradan elde ettiği zenginliği artık değeri bir anlamda, ülkesindeki halka dağıtarak içeride demokratik görünümü vermiş ülkelerdir. Yani onlarında elinden o sömürge yapısını alsaydık zamanında Türkiye benzeri bir devlet olacaklardı. Ama onların el koyacak zenginliği çok fazlaydı bir kısmını halklarına dağıtabildiler. Nitekim o devletlerin içindeki topluluklarda devleti sorgulamaya başladığı an, sorgulamanın şiddetine göre cevap görüyorlar. Mesela Fransa’da sarı yelekliler eylemi vardı. İlk dört gün ses yoktu sonra devlet var olan tüm gücünü üzerlerinde kullandı. Sarı yelekliler örneğini önemli görüyorum çünkü Kürtlerin çiğnenen ve yok sayılan haklarını düşündüğümüzde direnişleri sarı yeleklilerle benzerdir.     Ayrıca Lozan’ın ikinci yüzyılına baktığımızda birinci yüzyılı bize enerji verir. Ne yapmamız gerektiğini düşünmemizi sağlar. Kaç yüz yılda başarılı hamle olur onu zaman gösterir.”