‘99’daki gelişimiz doğru anlaşılsaydı binlerce insan yaşamını yitirmeyecekti’ 2021-10-28 09:02:05   Habibe Eren   DİYARBAKIR - Türkiye cumhuriyetinin 98 yıldır güncellediği ve tekçiliği esas aldığı ulus devlet paradigmasına karşı Kürt hareketinin “demokratik cumhuriyet”   tezi ile tüm sorunlara çözüm aradığını söyleyen Barış Grubu üyesi Yüksel Genç, “1999’da geldiğimizde demokratik cumhuriyet formu algılanabilmiş olsaydı, bugün ne Türkiye bu denli bir otoriterizmin içinde olacaktı ne de o günlerden bugüne on binlerce insan savaş nedeniyle yaşamını yitirmiş olacaktı” dedi.    Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 98 yıl geçti. Bu süre zarfında resmi ideoloji Kürtlere ve Kürtlüğe dair ne varsa yok etti yok edemediği yerde asimilasyon politikalarını hayata geçirdi. 23 Nisan 1920’de kabul edilen ve kurucu olarak tariflenen 1921 Anayasa’sı Kürtler açısından özerklik ve haklar bağlamında kimi talepleri karşılıyordu. Ancak egemen devlet aklı 1924 Anayasası’yla çoğulculuğu esas alan 1921 Anayasası’nı inkâr etti.  Kasr-ı Şirin Antlaşması'yla ikiye bölünen Kürtler,  24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan anlaşması ile de bu kez 4 parçaya bölündü. Bu noktada Kürtlerin demokratik talepleri ve cumhuriyeti dönüştürme çabaları kimi dönemlerde daha belirgin olsa da kimi süreçlerde de bir kopuşu beraberinde getirdi.100 yıla yaklaşan ulus devletleşme sürecinde Kürtler bir çok soykırım politikası ile karşı karşıya bırakıldı. 2014 yılında Milli Güvenlik Kurulu (MGK) sonrası hayata geçirilen “çöktürme planı”  ile ise ‘yok etme’ politikası başka bir evreye geçti.    1999 yılında PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Kandil’den bir grup ile beraber gelen Barış Grubu üyesi Yüksel Genç cumhuriyetin 98’inci yılında Kürt sorunu, “demokratik cumhuriyet ve anayasanın” neyi içerdiğini ve devlet aklının bu noktadaki refleksini ajansımıza değerlendirdi.    “Cumhuriyetle beraber ulus devlet formunun öncelenmiş olması, yeni cumhuriyetin ulus-devlet formuna göre oluşturulmuş olması, Osmanlı’nın o döneminden bile daha geriye giden vizyonun açığa çıkmasına yol açtı.”   * Cumhuriyetin ilanından bu yana 98 yıl geçti. Neredeyse bir asırlık süreci, başta Kürtler olmak üzere halklar için nasıl değerlendirirsiniz?   Cumhuriyetin ilanı ve sonrasındaki gelişen süreç Kürtler açısından çok parlak geçmedi. Cumhuriyet’in öncesinde, Osmanlı’nın son 100 yılında başlayan çatışma, huzursuzluk, hak taleplerine dair açığa çıkan uyanış biçiminin kendisi karşılanamayınca bölge zaten bir isyan döngüsü halindeydi. Cumhuriyet, Osmanlı döneminden kalma edinilmiş ya da fiili olarak uygulanan kimi hakları bir bütün ortadan kaldırınca çok daha gerilimli bir sürece ulaştı. Bir kere cumhuriyetin kuruluş mantalitesinde, Türk İslam sentezinin öne çıkmış olması ve egemen kurgunun bunun üzerinden hayat bulması zaten bir sorun. Kürt meselesi açısından bakarsak; Osmanlı’nın son yüzyılında özellikle Kürtlerin yaşadıkları bölgede egemenlik hakları ve siyasal, toplumsal yapısını da hedefletecek biçimde kimi düzenlemelerin başlamış olması isyan ve tepki nedeniydi. Cumhuriyetle beraber ulus devlet formunun öncelenmiş olması, yeni cumhuriyetin ulus-devlet formuna göre oluşturulmuş olması, Osmanlı’nın o döneminden bile daha geriye giden vizyonun açığa çıkmasına yol açtı. Cumhuriyet, demokratik batı medeniyetinin parçası olması iddiasıyla kendisini ilan etti ama Kürtlük ve Müslümanlık dışında kalmış milletlerin yeni cumhuriyet içerisinde yer bulamamış olması ya da kendisine yer bulabilmek için inkarın esas alındığı bir sistemin hasıl olması nedeniyle farklı inançlar açısından çok da parlak bir ilan dönemine girmedi.    Cumhuriyetin ilanı ve sonrasında, ulus devlet formu tek millet yapılanması içerisinde egemen bazı unsurları önceleyip, ayrıcalıkları bunun etrafında kurgularken; geriye kalanların yaşam standartlarının ve kimlik koruma formlarının tehdit edilir biçimde sistemin kendini güncellemesi nedeniyle demokratik olmayan bir cumhuriyetin kuruluşu; farklı, çok uluslu ve toplumsal yapının diğer unsurları açısından ciddi bir sorun teşkil etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren demokratikleşme ve çok kültürlü yapılanma formunu bir türlü becerememiş olması nedeniyle günümüze kadar sarkan bu sorun 21’inci yüzyılın ana problemlerinden biri oldu. Demokratikleşemeyen sorunlar karşısında, korku üreten ve sorunları araçsallaştırarak iktidar üreten bir pozisyona geldi. Bugün geldiğimiz noktada; yüzyılın başında çözülmemiş sorunların,  karşılanmamış bazı taleplerin karşılığı olarak Türkiye otoriterleşmiş, hak ve özgürlükler konusunda toplum gerilemiş ve bu anlamda demokrasisizlik açısından kuşatılmış bir sistemsizlikle ve yapısızlıkla karşı karşıya.    “Eğer 1999’da geldiğimizde demokratik cumhuriyet formunun Türkiye’nin çok önemli, tarihsel; bugün ve yarına taşınabilecek pek çok sorunu önleyebilecek bir formül olduğu algılanabilmiş olsaydı, bugün ne Türkiye bu denli bir otoriterizmin içinde olacaktı, ne savaş 1999’dan bu yana bu kadar hızlı, yükselerek hatta giderek dünyaya mâl olacaktı ne de o günlerden bugüne on binlerce insan savaş nedeniyle yaşamını yitirmiş olacaktı”   * Günümüzde başta Kürt sorunu olmak üzere yaşananlara baktığımızda cumhuriyetin inşasının demokratik temelde olmadığına yönelik çokça eleştiri ve değerlendirmeler var. Siz de 1999 yılında Kürt sorununun çözümü için PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine Kandil’den bir grup arkadaşınızla birlikte geldiniz. Geliş amacınızı da demokratik cumhuriyete katılım olarak tanımladınız. Biraz anlatır mısınız o süreci. Neler oldu, neler yaşandı?   Biz, 1999 yılında cumhuriyeti demokratikleştirmek ve Kürt sorununun barışçıl çözümüne katkı sunmak amacıyla geldiğimizde insanlar, çok fazla anlam veremediler. O dönem mevcut devlet aklının ve egemen olan devlet formunun kendisi, söylemlerimize yeterli anlam biçemediği gibi cumhuriyetin demokratikleşmesi fikrinin aslında birleştirici bir unsur olduğu ve Türkiye’nin gelecek vizyonunun bir parçası olduğunu okumakta zorlandılar. Türkiye’de hala devam eden söz konusu mantelite o dönemde de önümüzde bir bagaj gibi duruyordu. Kürtler bir şey talep etse; o talep Türkiye’nin çıkarına dahi de olsa içinde Kürtler olduğu için durup bir ret etme ve negatif sorgulama eğilimi ile kendini var eden bir egemen akıl vardı. Demokratik cumhuriyet fikrini de egemen devlet aklı ne yazık ki sağlıklı değerlendiremedi. Oysa demokratik cumhuriyet fikri belki de Kürt sorunu başta olmak üzere bütün sorunların çözüm formülasyonunu taşıyordu. Bu Türkiye açısından büyük bir fırsattı. Eğer 1999’da geldiğimizde demokratik cumhuriyet formunun Türkiye’nin çok önemli, tarihsel; bugün ve yarına taşınabilecek pek çok sorunu önleyebilecek bir formül  olduğu algılanabilmiş olsaydı, bugün ne Türkiye bu denli bir otoriterizmin içinde olacaktı, ne savaş 1999’dan bu yana bu kadar hızlı, yükselen hatta giderek dünyaya mal olmuş bir süreç olacaktı ne de o günlerden bugüne 10 binlerce insan savaş nedeniyle yaşamını yitirmiş olacaktı. Ne yazık ki anlaşılamadı.  Egemen aklın hapsi her zaman daha güçlüdür. O gün bugündür, çözülememiş bir Kürt sorunu, Türkiye’nin temel sorunları ve giderek kaybeden bir Türkiye gerçekliğini önümüze çıkardı.    “Özellikle Alevilerin, sol sosyalist kesimlerin mücadelesi.. Özünde demokrasiyi farklı tanımlasalar da mevcut cumhuriyetin sıkıştırdığı cendereden çıkma arzusu vardı. Kürtler de mevcut cumhuriyetin katı ulus devlet üniter yapısı içerisinde Kürt sorununun barışçıl olarak çözülme olasılığının neredeyse imkansıza yakın durduğu bir yerde demokratik cumhuriyet tezini güncelledi.”   * Cumhuriyet, demokrasi vb. tartışmalar olsa da “demokratik cumhuriyet” tanımlaması o süreçte kamuoyunun gündemine girdi, neden böyle bir tanımlama?   Cumhuriyetin kuruluşunda Türk ve İslam sentezini temsil etmeyenlere dönük çok sert tedbirler ve çok sert yönelimler hatta kırım politikaları diye tarifleyeceğimiz politikalar uygulandı. Ermenilerin daha cumhuriyet öncesi yaşadıkları, cumhuriyet sonrasında da devam ettirilmiş olması, kalan Ermenilerinde bu konuda yer edinmemiş olmasını not düşmek gerekiyor. Sadece onlar değil, Yahudilerin ve Rumların yaşadığı mübadele ve zorunlu göç hallerinin, 6-8 Eylül olaylarının, Kürtlerin1920 Koçgiri’den hemen sonra 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı, 1938 Dersim katliamlarını bir bütünen düşündüğümüzde cumhuriyetin ulus devlet olabilme adına renklerini nasıl kararttığı meselesi Türkiye’nin hala yüzleşmediği temel sorunlardan biri. Cumhuriyetin demokratikleşmesi, renkleri ile çok kültürlü ve çok uluslu yanları ile barışabilmesi açısından değişik siyasal yelpazedeki kesimlerin dönem dönem çabaları oldu. Türkiye’nin tarihinde özellikle çok partili sürece geçişten sonra çokça dillendi,  hatta bu konuda belki 1980’den sonrası çıkışlar biraz daha önemli sayılabilecek çıkışlardı. Cumhuriyetin demokratikleşmesi açısından İkinci cumhuriyetçilik gibi akımlar da oldu ama cumhuriyetin demokratikleşmesine esas katkı sunan bu konuda çok ciddi emekleri olan mücadele erbaplarını unutmamak lazım. Özellikle Alevilerin, sol sosyalist kesimlerin mücadelesi.. Özünde demokrasiyi farklı tanımlasalar da mevcut cumhuriyetin sıkıştırdığı cendereden çıkma arzusu vardı. Kürtler de mevcut cumhuriyetin katı ulus devlet üniter yapısı içerisinde Kürt sorununun barışçıl olarak çözülme olasılığının neredeyse imkansıza yakın durduğu bir yerde demokratik cumhuriyet tezini güncelledi.    Kürtler binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyor, kadim bir halk. Osmanlı’nın son yıllarına kadar hatta ve hatta cumhuriyetin ilk yıllarına kadar değişik formlarda olsa ağa- aşiret yapıları içerisinde de, bölgesel yapılar içerisinde de olsa kısmi özerlik alışkanlığı olan, kendi içinde özerk yaşayan bir toplum. Özerklik pozisyonları sarsıldıkça ulusal bilinçte geliştikçe etnik kimlikleri hak ve özgürlükleri konusunda daralmalar yaşadıkça değişik biçimde tepkiler gösterdiler. Gösterilen tepkinin, Kürtleri dönem dönem tümden cumhuriyetten ayrılmaya ittiği de oldu, mevcut cumhuriyeti dönüştürerek birlikte yaşama formları bulma arayışı da oldu. Demokratik cumhuriyet tezi biraz da Kürt sorunun Türkiye toplumu ile birlikte iç meselesi gibi ama cumhuriyetin demokratikleştirilerek sorunların çözümünün dinamiği haline getirilmesini öngören bir form adı olarak açığa çıktı. Mevcut cumhuriyet içerisinde tıpkı asli unsur olarak sayılan Türk Müslümanlar gibi Kürtlerin, diğer toplum ve inançlarında asli ve eşit unsur olarak yer almasını sağlayacak ama aynı zamanda demokratik katılımın yerele kadar genişleyebildiği bir yeni zihniyet formunun kendisi ile dönüşümünü arzu ediyordu.    Huzursuzluklar dışlanma ve kimliği kaybetme kaygısı; kültürünü,  ulusal yapısını koruma kaygısı gibi nedenler farklı olanın bir şekilde itiraz kültürü içerisinde yer alması ve dönem dönem de bir gerilim politikası içerisinde gergin bir toplumsal yapının sürekli kendisini kurumsallaştırılmasına da yol açıyordu. Demokratik cumhuriyet tam olarak bu toplumsal parçalanma halinin, toplumsal barışsızlık halini de gidermek üzerine öngörülmüştü. Çünkü Türkiye’de ulus devletçilik uğruna çok kültürlü ve inançlı yapının kendisi ile Türkiye toplumunun egemen yapısının kurduğu ilişki gerilimli olmak kadar çatışmacı ve güvenlikçiydi. Bu politikaları olduğu yerde bırakın devlet içinde huzur, devletin kendini istikrarlı bir biçimde yönetebilmesi toplumsal barışın sürekli bir biçimde bozuma uğradığı bir durum açığa çıkıyordu. Toplumla barışın tesisi ile beraber, toplumun siyasi ve idari hayata çoğulcu renkleri ile katılarak gelişim sürecine katılımını arzuluyordu.  Türkiye cumhuriyeti ulus devlet formu parçalayan, bölen bir form olarak 90 yıl güncellendi. Bugün geldiğimiz noktada parçalanma hali giderilebilmiş değil. Demokratik cumhuriyet fikri de tam olarak bu parçalanmayı giderip yeni bir toplum sözleşmesi ile yeni bir devlet idare ve siyaset anlayışının kendisini kurgulaması üzerinden ortaya çıktı.    Özellikle Kürt sorunu gibi tarihsel, etnik ve ulusal özellikleri olan aynı zamanda kültürel kimlik ve hakları, örgütlenme özgürlüğü dahil genel hak ve özgürlük talepleri çatışmasız bir şekilde çözebilme açısından demokratik cumhuriyet fikri bir tür anahtar giriş kapısı olarak tariflendi. 1999’da Kürt sorunun barışçıl yollarla ve demokratik yöntemlerle çözüm söyleminin esas olarak girmek istediği kapı demokratik cumhuriyet kapısıydı. Bu kapı yeni bir zihniyet kalıbını içeriyordu. Sonrasında Kürt hareketi demokratik cumhuriyet söylemi ile neyi kastettiğini, içeriğini nasıl derinleştirdiğini gösterebilecek birçok söylem kullandı. Uzun süre Demokratik cumhuriyet etrafında Kürt sorunun çözümünün kapısı işaret edilirken ardından demokratik cumhuriyet fikrinin içeriğinin doldurulmasını da sağlayacak biçimde demokratik özerklik tartışmaları yine bu bağlamda demokratik cumhuriyetin parçası olarak açığa çıktı. Nihayetinde Kürtler cumhuriyetin demokratikleşmesi fikrini salt kişisel bazı hak ve özgürlüklerin sağlanması üzerinden değil yerelden itibaren farklılığın kendini koruyarak, geliştirerek idari biçimlere katılmasını da içeriyordu.    “1923 İzmir Kongresi sonrası her şeyin çok fazla değiştiği, hızlı bir biçimde ulus- devlet formunu benimsemiş İttihatçı yapıların daha fazla egemen olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk modern ulusçuluğu etrafında tanımlanabilecek bir üst ulus yapısı içerisinde yeniden tariflendiği bir zaman başladı. Süreç çok açık bir şekilde değişmeye başladı. 1921 Anayasasının ruhu ve maddeleri bir anda yok sayıldı. Bu noktada Kürt otonomuna dair sözleşme bulmak dahi arşivlerde çok zor. Bu kadar reddiyeci bir durum açığa çıktı.”   *  Türkiye’de bugün de demokrasi,  cumhuriyetin demokratikleştirilmesi tartışmaları var. Bu tartışmalar yapılırken de en çok Türkiye’de yapılan ilk anayasaya yani 1921 Anayasası’na göndermeler yapılıyor. Kuruluş anayasasında başta Kürtler olmak üzere halklara yönelik kısmi de olsa bir kapsayıcılık var. Neden oradan uzaklaşıldı? 1921 Anayasası yeterli miydi nasıl değerlendirirsiniz?   Aslında bakarsanız 1921 Anayasası’nın çıkış biçimini incelemek gerekir. 1921 Anayasası yeni cumhuriyetin ilk anayasası olarak tariflense de 1876 Teşkilat-ı Esasi’ye eklenmiş bazı içerikler taşıyordu ve Osmanlı’dan bakiye kalan bir idari biçim formu çok dönüştürülmedi. Osmanlı biliyorsunuz, eyaletler sistemi olarak yönetilen bir imparatorluktu.  Farklı yapılar hem coğrafi olarak hem de farklı kimlik yapıları açısından da eyalet sistemi içerisinde yer buluyordu.  Aslında bakarsanız 1921 Anayasası eyaletler biçiminde yürüyen zaten demokratik olmayan ademi merkeziyetçi sisteme sahip olan çok uluslu Osmanlı’nın kendisinden kalan mirasın üzerine kuruldu. Ve o idari yapının kendisini çok büyük bir dönüşüme uğratmadı. İkincisi, Osmanlı’nın çok kültürlü fikri cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında kurucuları arasından topyekün yabancılaştıkları reddettikleri bir durum değildi. Aksine çok kimlikli yapının kendisiyle yeni cumhuriyeti kurarlarsa mevcut cumhuriyetin yaşayabileceği fikri çok daha hâkimdi dönemin kurucuları arasında. 1921 Anayasası ruhunda biraz bu da var. Yeni cumhuriyetin çok kimlik yapısını modern dünyaya uyarlama çabası diyebiliriz bu duruma. Üçüncüsü, 1921 Anayasası aynı zamanda 1. Dünya Savaşı ardından Kurtuluş Savaşı diye tariflenen dönemde açığa çıkmış kimi yerel şifai anlaşmaların bir sonucunu içeriyordu. Örneğin 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı döneminde Osmanlı’ya bağlı olup özgürlük ve bağımsızlık ilan etmeyen tek yapı Kürtlerdir. Araplar devletleşmiş ama Kürtler devletleşmemişdir. Çünkü Osmanlı’nın o renkli yapısı ile kalma fikri çok daha hâkimdi. Yeni Cumhuriyet kurulurken İttihat ve Terakki’nin etkin olduğu o yapılanma içerisinde de Kürtler vardı. Türkiye’de ulus devletçilik ideolojisi gelişirken aynı ideolojinin benzerinin Kürtler de dâhil diğer yapılar içerisinde de aslında gelişmeye başlamış olması hakikati vardı. Ortak bir mücadele, ortak bir yeni vatan kurma fikri ile yola çıkılmıştı. O fikrin bir tezahürü olarak henüz yeni Türkiye’nin tehlikelerinin bertaraf edilmediği bir zamanda o kimlikleri yeni bir idari yapı kurma zannı ile hareket edenlerin bir arada tutulma ihtiyacının kendisi de 1921 Anayasanın biraz bu biçimde yürümesine yol açtı.    Eğer 1921 Anayasası’nın lafzı ve ruhu üzerinden idari, sosyal ve siyasi yapılanma devam etmiş olsaydı kuşkusuz bugün bu sorunları konuşuyor olmayacaktık. Bu kadar tarihsel, travmatik acılara; toplumları yaralayan bir süreçten bahsetmemiş olacaktık. 1921 Anayasası’nın kendisi kurucu ama aynı zamanda birleştirici yasa ruhu olarak da tasarlandı. 1921’de açığa çıkan bu kurucu ve birleştirici ruh 1922 Şubat’ında özellikle Kürtler özgünlüğünde biraz farklı bir forma da kavuşturulmak istendi. 10 Şubat 1922’deki oturum ile beraber bir Kürt muhtariyet sözleşmesine benzer bir dizi sözleşmenin de ortaya çıktığı bir toplantı var. Bu tamamen Kürtlerin yeni Türkiye Cumhuriyeti içerisindeki özerklik içinde yer alabileceğine dair somut çerçeveler çizen ikinci bir adımdı. Ancak yine 1923 İzmir Kongresi sonrası her şeyin çok fazla değiştiği, hızlı bir biçimde ulus- devlet formunu benimsemiş İttihatçı yapıların daha fazla egemen olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk modern ulusçuluğu etrafında tanımlanabilecek bir üst ulus yapısı içerisinde yeniden tariflendiği bir zaman başladı. Süreç çok açık bir şekilde değişmeye başladı. 1921 Anayasası’nın ruhu ve maddeleri bir anda yok sayıldı. Bu noktada Kürt otonomuna dair sözleşme bulmak dahi arşivlerde çok zor. Bu kadar reddiyeci bir durum açığa çıktı.    Bugün güncellenmesinin nedeni şu: o gün başlayıp sonra bir türlü oluşturulamayan yapısallığını güvenli ve sağlam kuramayan cumhuriyetin yeniden kuruluş ihtiyacının artık bütün kesimlerce hissediliyor olması. Sadece Kürtler, solcular, mağdur İslamcılar veya sınıf yapıları açısından değil,  devlete egemen olan anlayışın sahipleri de bu işin böyle gidemediğini gördü. Bugün 1921 Anayasası’nı yeniden inşa etmekten bahseden CHP- İyi Parti gibi milliyetçi ve Kemalist ulusalcı yapıların temsil ettiği partileri de görüyorsak buradaki 90 yıllık yanlışın bizim dışımızdaki egemen yapının da artık taşıyamadığının işaretidir. Türkiye eğer kendini güncelleyemez, demokratik formlar içerisinde yeni bir idari yapı benimseyemez, yetki paylaşımı ve devirleri konusunda merkezin bu kadar güçlü olması sürecini ısrarla sürdürürse, geleceği nokta bugün geldiği noktadan çok daha iyi olmayacaktır.    “Demokratik cumhuriyet meselesinde, anayasada hangi maddeleri içermesi değil önce hangi ruhu içerdiği önemli. Ne zaman, ‘daha özgürlükçü bir anayasa’ tartışması yapalım denilse hızlı bir biçimde egemen siyasetin elitleri ve alışkanlıkları  ‘ilk 4 maddeye dokunulamaz, üniter yapımız kırmızı çizgimiz’ diyerek esas ruhu unutuyorlar.”   * Yapılan tartışmalarla bağlantılı olarak, Türkiye’de nasıl bir anayasaya ihtiyaç var? Yaptığınız kamuoyu araştırmaları da var. Kadınlar, emekçiler, gençler vb.   açısından, yine başta Kürtler olmak üzere diğer halklar ve inançlar açısından  nasıl bir anayasa?   Nasıl bir anayasaya ihtiyaç olduğu meselesi uzun süredir Türkiye’de tartışılıyor. Eğer demokratik bir toplumsal yapınız varsa belki çok geniş maddeleri olan bir anayasaya bile ihtiyaç duymayacaksınız. Çünkü denetleyici, katılımcı bir toplumsal yapının varlığı zaten sizin idari ve siyasi erk olarak egemen bir siyaset yürütücü olarak başka yerlere kaymanızı önler. Türkiye’de esas olarak toplumun güçlendirilmesi meselesi var; fakat bunun zaman alacağı da ortada. Türkiye’de yasal, anayasal teminatlar ne yazık ki toplumsal kabullerden daha güçlü bir durumda. O yüzden tüm farklı kimliklerin hepsinin kendisini teminat altında hissedebileceği, varlığını sürdürebileceği, idari yapıya katılabileceği kendi kendini yönetme gücünü edinebileceği ve mevcut oluşacak devlet yapısını asli ve eşit unsuru olmayı sağlayacak bir anayasaya ihtiyaç var. Türkiye bunu başaramadığı sürece yüzyıla yakındır yaşadığı gerginliğin daha fazlasını yaşamaya aday demektir. Artık tipik bir ulus devletçilik formunun katı sınırlarında kalmamalı. Buradan çıkmak zorunda. Bir kere demokratik cumhuriyet meselesinde, anayasada hangi maddeleri içermesi değil önce hangi ruhu içerdiği önemli. Ne zaman daha özgürlükçü bir anayasa tartışması yapalım denilse hızlı bir biçimde egemen siyasetin elitleri ve alışkanlıkları ‘ilk 4 maddeye dokunulamaz şu maddelere karışılamaz, üniter yapımız kırmızı çizgimiz’ diyerek esas ruhu unutuyorlar.    “Bir anayasa ancak bir toplumsal sözleşme ile yapıldığında anlamlıdır. Toplumsal rıza, kabul görme süreçleri anlamlıdır ama bundan önce bir anayasa toplumsal sözleşmesi içerisinde farklılıkları taşıdığı kadar uzun ömürlü olurlar.”   * AKP de bir süre önce yeni anayasa taslağı hazırladığını açıkladı. Uzun bir süredir de cumhuriyetin 100. yılına yani 2023 yılına işaret ediyor.  AKP, yeni anayasa, cumhuriyet… nasıl değerlendirirsiniz. Özellikle de 2015’te AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Çözüm sürecini buzdolabına kaldırdık” dediği süreçten bu yana yaşananları nasıl ele almak lazım?   Bir kere anayasalar toplumsal sözleşmedir, varoluşları budur. Türkiye’de anayasaların bir toplumsal sözleşme olarak var olduğunu söylemek 1921 Anayasası sonrası ne yazık ki güçtür. Hatta 1980’le beraber imkânsız hale gelmiştir. Askerin ve bazı elitlerin yazdığı anayasalar Türkiye’nin anti demokratikleşmesini güçlendirmiştir. Dün askeri ve elitlerin yaptığını bugün otoriter yapının hayata geçirmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Bir anayasa ancak bir toplumsal sözleşme ile yapıldığında anlamlıdır. Toplumsal rıza, kabul görme süreçleri anlamlıdır ama bundan önce bir anayasa toplumsal sözleşmesi içerisinde farklılıkları taşıdığı kadar uzun ömürlü olurlar. AKP iktidarının mevcut gücüne dayanarak bir anayasa yapma fikrinin kendisi 1980 Anayasası’ndan, 1924 Anayasası’ndan ne kadar farklı olacağı meselesi tartışılır. Çünkü kişilerin, partilerin anayasası olmaz. Askerin ya da iktidarların biçtiği anayasalar olmaz.   Demokratiklik ve çok çeşitliliği esas almadığı sürece ister üniformalı yapsın, ister kravatlılar ister eşofmanlılar yapsın hiç fark etmiyor. Önemli olan anayasanın kendi ruhuna uygun, varoluş gerekçeleri içerisinde yapılmasıdır. Ne yazık ki Türkiye 1921 Anayasası sonrasında bu özelliği taşıyan hiçbir anayasa yapmış değil. AKP ve MHP’nin son dönemde dile getirdiği anayasallaşma meselesinin kendisi de tipik bir toplumsal uzlaşı ve kabul sürecinin bir parçası değil ne yazık ki. Anayasalar bir toplum sözleşmesi ve toplumun nasıl yaşayacağına dair en genel algı, anlayış ve mantıkların yer aldığı şeylerdir, ayrıntıyı yasalar yapar. Modern dünyanın bilinen ilk anayasalarından biri 1215 İngiltere’de yapılan Magna Carta’dır. Söz konusu anayasanın en temel özelliği kralın yetkilerin paylaşılmasını içerir. Bakın anayasa bir tür idari sistem düzenlemesi olurken, yetki paylaşımları meselesini günceller. Demokratik bir anayasa yapacaksanız yetki paylaşımları meselesini demokratik teamüllere göre yapmak zorundasınız. Aksi halde yapacağınız şey anayasa olmaz. Anayasaların ruhunda yetkiyi paylaşmak ve genel anlayışı koruyabilmek vardır. Çok bölünmüş, çok kutuplaşmış, çok tartışmalı çok politize bir toplumun içerisinde sağlıklı, özgürlükçü bir anayasa yapmak çok güçtür. Türkiye idari olarak oldukça otoriter, toplumsal olarak oldukça bölünmüş yapısı içerisinde sağlıklı bir anayasa yapabilecek durumda değildir. Bu kadar çatışmalı, gerilmiş bir toplumun içerisinde bir sözleşmenin çıkması çok zordur. O yüzden anayasa yapmada samimi olanların yapması gereken şey; toplumda ortaya çıkmış olan bu kamplaşma gerilim ve çatışmacı hali durdurabilmek, toplumun farklı unsurlarını tanımaktır. Temel hak ve özgürlüklerin önünü ve toplumun temel aktör olmasının önünü açmaktır. Ama her şeyden önce toplumu toplum yapabilmektir.