Doğurganlık konulu projeler kadın kazanımlarını hedef alıyor
- 09:02 16 Aralık 2024
- Güncel
Melike Aydın
İZMİR - Doğurganlığa dair üretilen projelerin ırkçı ve cinsiyetçi ve erkek egemen yerden beslendiğini ve kadın kazanımlarını hedefleyen politikalara ait olduğunu ifade eden Ayşe Toksöz, herkese iyi yaşam sunabilen politikaların takip edilmesi gerektiğini belirtti.
Kadınlar son yüzyıllarda cinsiyet eşitliğine dair önemli bir mesafe kat etse de erkek iktidarlar kadının erkeğe değil “kendine ait olma” mücadelesinde aldığı yolu tersi yöne çevirme çabası içinde. Dünya siyasetini değerlendiren birçok akademisyen ve siyasetçi nüfus artışının düşmesine dair veriler sunuyor, devletlerin kapitalist düzen içindeki gelecekleri hakkında kadınların doğurganlıkları üzerinden öngörüde bulunuyor. Değerlendirmelerde başta kadınlar olmak üzere tüm insanlar birer rakama, devlet politikalarının dolgu harcına dönüştürürken kadına da ev içinde bir hayatı öven argümanlar ve politikalar üretiyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz 23 Ekimde ‘doğurganlık hızının düşüşü’ karşısında Demografik Nüfus Yüksek Kurulu’nun oluşturulacağını açıkladı.
Hedef haklar
Üst düzey yöneticilerin benzer açıklamalarının ve önlemlerinin doğum hızını etkilemeyeceğini, bu konuda ekonominin etken olduğunu belirten Çatlak Zemin yazarlarından Ayşe Toksöz, doğurganlık hızı tezlerinin ırkçı ve cinsiyetçi boyutlarına dikkat çekti. Asıl soruların kadının ne kadar özgürleştiği üzerine geliştirilmesine de işaret eden Ayşe Toksöz, doğu batı fark etmeksizin dünyanın birçok ülkesinde doğum hızı politikalarının temelde kadının kazanılmış haklarını hedef aldığının ifade etti.
Ayşe Toksöz yeniden düzenlenmeye çalışılan demografik politikalarına dair sorularımızı yanıtladı.
“Eninde sonunda vardığımız nokta kadınların ve azınlıklarının bedenlerini denetlemeye yönelik hırs. Doğurganlık hızının düşmesinin sebeplerine gelecek olursak, bunun ne yazık ki feminist bir dönüşümün değil, ekonomik gerçekliğin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.”
*Sizce doğurganlık hızının düşmesinin nedenleri neler? Son yüzyıllarda kadının kendi bedeninin sahibi olma mücadelesi ile kapitalizmin ve dünya savaşlarının birbiri ile bağlantısı var mı?
Hem Türkiye’de hem dünyanın pek çok yerinde, tarihsel olarak da günümüzde de, doğurganlık hızına ilişkin tezlerin her zaman bir kadın düşmanı, bir de ırkçı boyutu var. Her zaman basitçe nüfusun yeterince hızlı artmıyor olması değil, nüfus içerisinde çoğunluğu oluşturması arzu edilen grubun yeterince hızlı büyümüyor olması. Bu meselenin ırkçı boyutu. Bunu bugün ABD ve Avrupa’da ‘büyük ikame’ komplo teorileriyle ifrata varmış şekilde görüyoruz; göçmenlerin bir plan dahilinde çok çocuk doğurmasıyla nüfus içerisindeki göçmen oranının beyazların üzerine çıkacağı korkusu. Biz buna tabii ki ezelden beri duyageldiğimiz, Türkiye’de Kürtlerin, Türklerden daha çok çocuk sahibi olması söyleminden aşinayız. Ama elbette bu söylemler genel olarak belli gruplara yönelse de, hedeflerinde özel olarak kadınlar var, ve bu kadın düşmanı boyuta geldiğimizde, bıçak iki tarafı birden kesiyor. Hedef yalnızca daha az çocuk doğurması istenen azınlık (ya da bir şekilde arzu edilmez olarak kodlanan) kadınlar değil, çoğunluğa dahil olan kadınlar da yeterince çocuk doğurmadıkları için bu salvodan paylarını alıyor. Eninde sonunda vardığımız nokta kadınların ve azınlıklarının bedenlerini denetlemeye yönelik hırs. Doğurganlık hızının düşmesinin sebeplerine gelecek olursak, bunun ne yazık ki feminist bir dönüşümün değil, ekonomik gerçekliğin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Elbette feminizmin ve ücretli işgücü piyasasının güçlendirdiği, kendi bedeni üzerindeki tasarrufunu çocuk yapmamaktan yana kullanan kadınlar var. Sayımız giderek artıyordur diye umuyorum, yani illa kadınlar çocuk yapmasın anlamında değil ama kendi tasarruflarını kullanabilsin anlamında. Fakat bunun istatistik bir etki yaratacak kadar büyük bir sayı olduğunu zannetmiyorum.
“Sermaye, emeğin cinsiyetiyle de ırkıyla da o kadar ilgilenmiyor, bilakis bunları emeği ucuzlatmak için bir koz olarak kullanıyor.”
*Ekonomik krizler, kapitalizmle değişen aile yapılarının rolü nedir? Bu yapıların değişmesinde feministlerin hedefe konmasındaki kasıt nedir?
Türkiye’nin son yıllarda içine sokulduğu ekonomik darboğaz ortada. Bu durum, elbette herkesin hayat içerisindeki imkanlarını kısıtlıyor. Bilhassa Türkiye’de, kiradan gıdaya, sağlıktan eğitime akıl almaz fiyat artışları karşısında, başka türlü çocuk sahibi olmayı isteyebilecek kadınların şu an bu imkana sahip olamayabileceğini kestirmek güç değil. Doğurganlık, dünyanın hemen her yerinde düşüyor ve sebepleri genel olarak benzer. Türkiye kadar ağır hiperenflasyon yaşayan başka ülke sayısı az olsa da, eşitsizliğin dehşet verici boyutlara ulaştığı bir çağda yaşıyoruz. Yani, bir yandan emek sömürüsünün katmerlendiği, diğer yandan çalışanların alım gücünün sürekli olarak düştüğü bir dünyadayız.
Burada çocuk sahibi olmayı düşünecek ya da arzulayacak yaş aralığındaki insanlar, bilhassa kadınlar, özellikle kırılgan bir konumda. Gençsiniz, henüz bir birikiminiz yok, işgücü piyasasına belki henüz ancak teğellenmişsiniz. Kendi evinize çıkmanız, kiralar yüzünden çok zor. Muhtemelen babanızın sigortasından bir süre daha yararlanmak isteyeceksiniz, vesaire. Kişisel senaryolar tabii ki farklı farklı olacaktır. Bilhassa sınıfsal farklılıklar bambaşka yansımalar yaratacaktır; bunları, söylediklerimi somutlaştırmak için örnek olarak veriyorum. Fakat neticede bu ekonomik koşullar, geniş kesimlerin çocuk sahibi olmaktan imtina etmesine, bunu ertelemesine ya da daha az sayıda çocuk sahibi olmasına yol açan eğilimler yaratıyor.
Bu durumun henüz sermayeyi tehdit edecek bir boyuta vardığını düşünmüyorum. Fakat burada, sermaye ile ideoloji arasında bir çelişki ortaya çıkmıyor değil. Sermaye, emeğin cinsiyetiyle de ırkıyla da o kadar ilgilenmiyor. Bilakis, bunları emeği ucuzlatmak için bir koz olarak kullanıyor.
“Bu senaryoda o refah seviyesini sürdürebilmek için işgücüne katılanların önemli bir kısmı kadınlar. O kadınlara işe bırak eve dön demek hanenin refahına ciddi bir darbe vuracaktır.”
* Fonda kapitalist devletlerin savaşları ticaret yolları üzerinden devam ederken kapitalist erkek egemen devlet işsizliğin nedeni olarak kadınları işaret ediyor. Burada nasıl bir devlet kuruluyor? Bu manzara bize devletin demografiye yaklaşımını nasıl etkiliyor?
Bu çıkışlara "söylemsel" derken, bunların önemsiz olduğunu ya da hayatta maddi etkileri olmadığını söylemek istemiyorum elbette. Söylem, hem rıza üretmek için etkili bir araç olabilir hem de toplumsal güç ilişkilerini ve giderek gündelik pratikleri etkileyen bir yere ulaşabilir. Ancak ne Cevdet Yılmaz’ın yüksek kurulu ne de cumhurbaşkanının “işsizliğin nedeni kadınlardır” demesi, şu anki doğum hızına ya da istihdam pratiklerine hızlıca etki edebilir. Tıpkı Erdoğan’ın yıllar önce sıkça dile getirdiği “en az üç çocuk” söyleminin pek kimseyi 3+ çocuk sahibi yapamadığı gibi.
Bu söze ikna olan dünya kadar insan olmuş olabilir; fakat var olan maddi koşullar, böyle bir trende el vermedi. AKP’nin son yıllardaki hiperenflasyon ve devalüasyon döngüsüne rağmen hâlâ geniş bir halk kitlesinden, özellikle yoksul kesimlerden bu kadar destek alabilmesinin sebebinin -en azından önemli sebeplerinden birinin istihdamın görece güçlü olması olduğu argümanına ben iknayım. Elbette ücretler eriyor ve bundan 10 yıl önce bir kişinin çalışıp eve getirdiği para kıt kanaat de olsa hanenin geçinmesine yetiyorken, belki bugün aynı haneden iki ya da üç kişinin çalışması gerekiyor aynı reel alım gücünü sağlamak için. Yani sömürü katmerleniyor; ancak hane halkı bazında girilebilecek işler mevcutsa ve birkaç hane halkı ferdi daha o işlere girip aynı refah seviyesini sürdürebiliyorsa, bu durum, orta sınıfların hissettiği kadar büyük bir bunalım olarak hissedilmeyebiliyor. Çünkü işsizlik demek, ne yaparsanız yapın kimsenin haneye para getirememesi demektir.
Bu senaryoda, o refah seviyesini sürdürebilmek için işgücüne katılanların önemli bir kısmını kadınlar oluşturuyor. O kadınlara "işi bırak, eve dön" demek, hanenin refahına ciddi bir darbe vuracaktır. Kadınlar için evde kalmanın ya da ev işiyle meşgul olmanın daha makbul olduğunu düşünüyor olsanız bile, bu koşullarda ödemek istemeyeceğiniz bir bedeldir. Hele bugünkü ağır yoksulluk koşullarında bu, daha da mümkün görünmemektedir.
Orta sınıf ise zaten tüm yetişkin fertlerin en azından kısmi zamanlı çalışmasına alışkındır. Reel ücretlerin düştüğü bir ortamda, orta sınıf kadınların işgücü piyasasından çekilmesini beklemek abes olur.
*Kadınlar girdikleri işlerde özgürleşiyor mu?
Bugün ulaşılabilir olan bu işlerin, o işlere giren kadınlar için özgürleştirici olup olmadığı/olup olmayacağı. Cevabı inanın bilmiyorum. Fakat az önce sözünü ettiğimiz söylemsel saldırı koşullarının bu kadınların güçlenmeleri ve bağımsızlaşmaları önünde bir engel teşkil etme potansiyeli yüksek. Gayet iyi biliyoruz ki her türlü fıtratçı, aileci söylem, kadınlara daha fazla şiddet ve sömürü olarak dönüyor.
“Bu denklemde ne senin hayattan ne istediğin, ne de doğacak o vatan evladının devlet hastanesinde güvenle ve sağlıklı doğup doğamayacağı filan gibi şeylere yer yok.”
*Bakan Cevdet Yılmaz nüfus artış hızı demek yerine “doğurganlık hızına” dikkat çekti. Kadınlar bu politikalardan nasıl etkileniyor? Devletlerin kadınların kazanılmış haklarına yönelik saldırıları biraz da demografi bahanesi ile “vatan millet” kılıfına konarak kadınlara dayatılıyor olabilir mi?
Bu konuları konuşurken, sözlerimi çok dikkatli seçmeye çalışıyorum; çünkü bariz bir risk, gözlemlediğimiz trendlerin sanki birilerinin iradesi doğrultusunda ortaya çıktığı izlenimini vermek. Bireylerin iradeleri ve niyetleri elbette vardır. Eminim, Cevdet Yılmaz’ın da kendi dünya görüşü ve çıkarları doğrultusunda dünyada gerçekleştirmek istediği değişimler mevcuttur. Ancak bu sözler, oldukça tanıdık bir sağcı ezberden geliyor. Doğurganlık politikaları üzerine araştırma yaparken, son otuz-kırk yılda, en az bir sağcı hükümetten “en az üç (bazen beş) çocuk” lafını duymayan bir Batı ülkesi olmadığını fark etmiştim.
Hâlâ hatırladıkça güldüğüm bir örnek, 2000’lerin başlarında İngiliz kadınlara verilen “Gözlerini kapa ve İngiltere’yi düşün” tavsiyesidir. Sanki kadınların çocuk yapmak istememesinin sebebi maddi koşullar değilmiş de bir anda seksten soğumuş olmalarıymış gibi. Ama ezber değişmiyor: “Vatanın kadınlarının doğurduğu çocuklara ihtiyacı var, o yüzden sen bir kadın olarak görevini yap; çünkü senin en birincil görevin bu.” Bu denklemde, ne senin hayattan ne istediğin, ne doğacak çocuğun devlet hastanesinde güvenle ve sağlıklı bir şekilde doğup doğamayacağı gibi konulara yer var.
Bu retoriğin kadınların hayatına çok doğrudan etki ettiğinden şüpheliyim. Maddi koşulların elverişli olmadığı bir ortamda, sırf söylemsel müdahalelerle gerçekliği değiştirme fikri bana gerçekçi gelmiyor. Ancak patriyarka, elbette, oportünist bir yapı. Patriyarkanın taşıyıcıları olan birey olarak erkekler, bu söylemlerden kendi arzularına meşruiyet devşiriyor, kuşkusuz. Bir bakanın “Kadınlar doğurmuyor” diye şikâyet etmeyi kendine hak gördüğü bir ülkede, elbette, kapalı kapılar ardında (ve bazen dışında) erkekler, kadınların hayatlarında giderek daha çok söz sahibi olmayı kendilerine hak görebiliyor.
“Benim hayalim, anne ya da aile yanlısı değil, herkese iyi yaşam sunan politikaları takip etmek, iyi yaşamın ne demek olduğunun, bunun aile ya da çocuk içerip içermeyeceğinin kişiden kişiye değiştiği kabulüyle”
*Türkiye’de olduğu gibi batılı ve doğulu fark etmeksizin bir çok devlette üremeyi teşvik eden girişimler mevcut. Devletlerin böyle girişimlerini anlayışla karşılayabileceğimiz bir nokta var mı? Örneğin Güney Kore’de kadınlar çocuk yapmayı istememelerinin nedeni olarak hamilelik ve çocuk bakım süreçlerinde iş hayatından geride kalmak ve emek piyasasının dışına itilmek olduğunu söylüyor. Nasıl bir dünya kadınlar ve (aynı zamanda erkekler) için daha yaşanılası? Feminist perspektifle nüfusun yaşlanmasının önüne nasıl geçer devletler?
Kadınların maddi bağımsızlığa kavuşmasının kuşkusuz güçlendirici olduğunu bildiğimiz bir dünyada, taleplerimizi, bizatihi emek sömürüsüne dayalı kapitalist işgücü piyasasına övgüden uzak tutmak bana çok önemli geliyor (bu, liberal feministlerin genellikle yaşamadığı bir sıkıntı). Kısa vadede, elbette, ben de dahil olmak üzere, kadınların istedikleri ölçüde ücretli işlerde çalışarak bağımsızlaşmalarını ve güçlenmelerini istiyorum. Ancak uzun vadede ufkumuz, kapitalist işgücü piyasasına daha iyi eklemlenmek değil, emeğin sömürülmediği ve yarattığı değerin toplumda adilce bölüşüldüğü bir dünya olmalı.
İklim krizinin yarattığı baskının bizi bu ufka yaklaştırıp yaklaştırmayacağı ya da yaşadığımız tüm krizlerin hızlanan bir felakete mi dönüşeceği, önümüzdeki birkaç yıl içinde görülecek. Ancak bu varoluşçu noktadan bir adım geri dönecek olursam, bu konuda siyasa önerileri sunarken çok ince bir köprü üzerinde yürüdüğümüzü düşünüyorum. Bu görüşümü, tam da örneğini verdiğiniz Güney Kore ve Tayvan gibi bağlamlara bakarak dile getiriyorum. Örneğin, devredilemez babalık izni bir yanıyla kesinlikle pozitif bir adımken, öte yandan ev içi emek ve güç ilişkilerine tek başına ne kadar etki edebileceği tartışmalı. Başka değişimlerin bir parçası olmadığı sürece, böyle bir adımın kendinden menkul bir çözüm olmadığı aşikâr. Enerjimizi yalnızca bu gibi birkaç talebe hasretmek, kısır sonuçlar doğurabilir.
Bir diğer tehlike ise, devletle ve sermayeyle bu tür politika değişikliklerini tartışmanın, doğurganlık pazarlığına dönüşme riski. Bu da, kadınları doğurganlığa sıkıştırma ihtimalimizi beraberinde getirebilir. Benim hayalim, anne ya da aile yanlısı değil, herkese iyi yaşam sunan politikaları hayata geçirmek. "İyi yaşam"ın ne anlama geldiğinin, bunun aile ya da çocuk içerip içermeyeceğinin kişiden kişiye değiştiğini kabul eden bir yaklaşıma ulaşmak. Şu an içinde bulunduğumuz karanlık dönemde bunu söylemek fazlasıyla naif kaçsa da, feminizmin nihai hedefinin bu olduğunu hatırlamak bana iyi geliyor.