Tutsak ressam Fatoş İrven ile çağdaş sanat çalışmaları üzerine söyleşi 2018-12-02 09:02:09   Kibriye Evren   DİYARBAKIR - Ressam ve öğretmen Fatoş İrven, tutsak bulunduğu Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde gazeteci Kibriye Evren’in sorularını yanıtladı. Cezaevi sürecinin yaptığı sanat üzerinde yarattığı etkilere değinen Fatoş, “Alan darlığı bedensel, zihinsel potansiyelini artıran enerjiyi ortaya çıkarabiliyor. Benim için bu zihinsel yoğunluk süreci Şey’lerle daha sade, bilgeliğe varan bir ilişki kurma konusunda olgunluk yarattı diyebilirim” dedi.    Ressam ve öğretmen Fatoş İrven, 2012 yılında açılan bir dosya kapsamında 2017 başlarında gözaltına alınarak “gizli tanık” ifadesiyle 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı. 1 yıl 3 aydır Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde tutsak bulunan Fatoş, uzun yıllardır uğraştığı çağdaş sanat üzerine yoğunlaşmasını hapsedildiği dört duvar arasında da sürdürmekten vazgeçmedi. Birçok olguyu resmeden Fatoş, resimlerini cezaevindeki kısıtlı imkanlarla da olsa bulduğu kitap sayfaları ve gazete yapraklarına çizmeye devam ediyor. Fatoş, cezaevinde sürdürdüğü çalışmalarını, cezaevinin sanat çalışmaları noktasında yarattığı etkileri gazeteci Kibriye Evren’le konuştu. Kibriye, Fatoş’la yaptığı söyleşiyi ajansımıza iletti.    * İlk olarak kendinizi tanıtır mısınız? Fatoş İvren kimdir?   Kendimi feminist, aktivist, Kürt kadın ve çağdaş sanatçı olarak tanımlayabilirim. Son 4 yıldır İstanbul’da yerleşik olarak yaşıyor olsam da Diyarbakır Suriçi’nde doğup büyüyen ve yaşayan biriyim. Dicle Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nü bitirdikten sonra sanat eğitimcisi olarak yıllarca çalışma yürüttüm. Diyarbakır-İstanbul arasında mekik dokuyordum.    * Çağdaş sanatla uğraşıyorsunuz. Genel olarak sanata başlama hikayeniz nedir?    Kendi kişisel tarihim oluşmaya başladığından beri yani kendimi bildim bileli sanat ve felsefe hikayemin bir parçası oldu. Henüz okul sıralarıyla buluşmadan çok önce yalnızlığa olan düşkünlüğüm, kendine hoş bir düşünce evreni yaratmış dünya büyüklüğünde soru işaretleriyle boğuşurken, izleyen-gözleyen bir hayalperest olmanın getirdiği bir kendilikle oluştu bu hikaye… Sanırım çok kalabalık bir ortamda büyüyen, yaşayan biri olarak o dönem sanat ve felsefe benim için kaçış dünyası oldu. İlerki dönemlerde ekonomik kaygılarla pek çok farklı işe başlasam da dönüp dolaşıp geldiğim yer yine sanat alanı oldu. Fakat yaşadığım coğrafyanın politik-siyasi atmosferinin sert bariyerleri bir ileri iki geri pratiklere fazlasıyla sıkıştırdı. Bir kadın olmanın bunda payı büyük ve kadın olarak yaşam ile yaratım savaşınız daha çetin oluyor.      * Bugüne kadar ne tür eserler ürettiniz ve eserlerinizin ana temasını ne oluşturuyor?   Çağdaş sanatın kullanabileceğim tüm metotlarını kullanıyorum. Kendimi salt resimle ifade edip, tatmin etmiyorum ancak resim olmadan da olmuyor. Ağırlıklı performatif işler, videoart, kurgusal fotoğraflar, enstalasyon vb. mediumlardan söz edebiliriz. Mevzu ettiğim şeye uygun olanı belirleyerek üretince kavram bağlamına oturuyor. Şey’lerin birbirleriyle olan ilişkisi, bunlar arasındaki diyalog, kopuş, yaşanan boşluk , mücadele, yaşam-ölüm gibi kavramlarla sanat alanında belki de hala debelenip duruyorum. Politika bunlarda, kendimden ayrı düşünemeyeceğim temel yaşam dinamiklerimde belirleyici oluyor. Farklı yaşam ve coğrafyalarda bulunan bazı arkadaşlarım ‘Politikayla neden bu kadar ilgileniyorsun?’ sorusuyla gelince ben de ‘Çünkü politika da benimle de ilgileniyor seninle de’ diyorum. Politika, linç kültürü, cinsiyet politikaları, hafıza, tarih, mekan, rüyalar, psişik unsurlar ve dini nosyonlar sanat pratiklerimde belirleyici rol oynuyor.     * Eserleriniz nerede sergilendi? Bu süreçler nasıl gelişti?    2012 tarihli ‘SALT’ adlı video çalışmam o dönemde linç kültürü ve kavramını merkezime koyarak Tuz Gölü’nde gerçekleştirdiği bir performanstı. Bu performans kaydı ‘yeryüzünün sınırları’ sergisiyle İstanbul ‘Karşı Sanat’ ta tuz dolu oda enstalasyonuna dönüştürerek sergiledik. Sonrasında Viyana  Hinterland’a gösterildi. Yine 2012’de Pathological Memorize (Patolojik Hafıza) isimli performatif videoart çalışmasıyla kadınlıkla, geleneksel kodlarla çok kişisel bir noktadan girişilen sert bir hesaplaşma olarak nitelendirebileceğim obsesif bir süreç, rahatsız edici, tiksindirici bir izlekle sonuçlanarak ortaya çıkan bir iş oldu. Bu eser üzerinden Londralı bir küratörle çalıştım. Pek çok ülkede bu eserim gösterime girdi. İstanbul, Berlin, Fransa, İtalya, Fas, Honkong, Morocco film festivali kapsamında gösterilerek epey bir dolaştı. Ankara CER Modern ve İstanbul TÜYAP’ı unutmamalı. Bunların öncesi İstanbul’da pek çok sanatçı arkadaşla bir araya geldiğimiz kolektif bir oluşumun parçası olmak çok önemliydi. Stüdyo Açık Çatısı altında bir araya geldiğimiz ve çok değerli paylaşımları gerçekleştirdiğimiz dönem çok önemliydi.    Beden politikaları üzerinden egemen anlayışın krimine etme çabası beden üzerinden denetleme, kodlama sistemini komple yerinden etme olmasa da bu kodlarla oynayarak belirsizlik kavramını bir performans pratiğiyle ‘Şiryan’ isimli video çalışmasıyla ifade etmeye çalıştım. Şu günlerde Depo’da gerçekleşen sergi kapsamında görülebilir. Bu iş geçtiğimiz günlerde Tahran’da da sergilendi. Çalışmalarımın politik okumaları yapılsa da her biri kişisel tarihimin bir ürünü ve her bir üretimin hikayesi var ve bunların üzerinden gelişiyor. Bu yoğun sergi süreci İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra hız kazandı. Tüm üretimlerimi büyük oranda Diyarbakır’da gerçekleştirmeme rağmen paylaşma pratiği kısır kaldı.    Bu çalışmaları 2017 Eylül’ünün başında Diyarbakır’da ‘Merkezkaç’ adlı kolektif sanat oluşumunun daveti üzerine bir söyleşi programı kapsamında insanlarla buluşturduk. Ardından iki gün sonra- cezaevi sürecim başladı. Cezaevindeyken 2017 TÜYAP’ta Diyarbakır Cezaevi’ne dair yaptığım resim çalışması Mahmut Koyuncu küratörlüğünde sergilenme imkanı buldu.    * Cezaevi sürecinin sanat yaşantınızın üzerinde ne tür bir etkisi oldu?   Cezaeviyle başlayan kısıtlılık hali ilk zamanların sarsıntılı sürecindeki yerini minimal bir yaşam tarzına bırakıyor ya da minimalize etmeyi başarabilmek başlı başına bir direniş kaynağı. Minimal yaşam formuna kavuşunca zihinsel zenginlik gelişiyor. Bu bir tür sadeleşmeyle mümkün. Alan darlığı bedensel, zihinsel potansiyelini artıran enerjiyi ortaya çıkarabiliyor. Benim için bu zihinsel yoğunluk süreci Şey’lerle daha sade, bilgeliğe varan bir ilişki kurma konusunda olgunluk yarattı diyebilirim. Cezaevi sürecini uzun soluklu sert gerçeklik taşıyan bir performans süreci olarak nitelendirebilirim.    Üretim için hiçbir malzeme alamıyoruz, verilmiyor. Kendi adıma söyleyebilirim ki, malzemeye oburca yaklaşma hali, oburca yenen bir yemeğin yarattığı tiksintiyi yaratmaya başladığını deneyimliyorum. Beynimde olup bitenleri aktaracağım basit bir zemin, adi bir kalemin gücüyle başka bir boyut kazanabiliyor. Basitliğin gücüyle tekrar tanışmak gibi… Buraya ilk geldiğimde kadın arkadaşların dökülen saçları nedeniyle yaşanan bir sıkıntı hâli yoğun bir şekilde karşıma çıktı. Kadınların dökülen saçlarını topladım, esere dönüştü bunlar ve hala devam ediyor. Tabi bunu yaparken dar alandaki çoklu yaşamı gözardı etmemeye çalışarak çalışma yürütüyorum. Göze sokmadan, dar alanı daha da daraltmayan bir hassasiyetle.    * Uluslararası Af Örgütü’nün İstanbul’da düzenlediği sergiye katılamadığınızdan kaynaklı mesaj gönderdiniz. Mesajda DTK Eşbaşkanı ve Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in ‘bedenini ölüme yatırdığını’ ifade ettiniz. Bir kadın ve sanatçı olarak mevcut durumu ve Leyla’yı nasıl tanımlarsınız?   Küresel bir savaş yaşanıyor. Ortadoğu bu küresel güçlerin elinde patladı ve çaresizleştikçe  zorbalaşıyorlar. OHAL süreklileştirildi. Olağanüstü Hal egemen hükümet paradigması olarak süreklileşti. Yasaların gücüne sahip ancak yasaların olmadığı bir ülkeyiz artık. Hoş geçmişi de parlak değil zaten. Mevcut medyanın durumu ortada. Cezaevinde bulunan biri olarak Leyla Güven’e vurgu yapmamak kendi yaşam duruşumu inkar etmek olur.    Leyla Güven’in bedenini ölüme yatırması, kendi bedenini sanatın hem nesnesi hem öznesi olarak kullanan biri olarak bende ilk başta büyük bir sarsıntı yarattı. Gün be gün yanımızda eriyişine tanık olmanın ağırlığı insanı eziyor. Fakat Leyla Güven buna izin vermiyor. Koğuşun kısa basamakları bedenini yormaya başlasa da eylemine olan inanç ve kararlılığıyla, vakur duruşuyla bize güç veriyor. Ulus Baker vaktiyle bu direniş tarzı için çok önemli şey söylemişti. Diyarbakır Cezaevi’nin bir direniş geleneği var. Tüm bunlarla beraber yeniden bakmak düşünmek ve süreci iyi okumak gerekiyor demek. Leyla Güven’in bedenini eriten bu direniş, kapatıldığımız mekanı, duvarları aşma gücüne sahip olduğu için egemen eril zihniyeti eritecek güce sahip bir direniş olarak tüm gerçekliğiyle yaşamımızın merkezine oturdu. 2012 açlık grevlerinde gözaltına alındığımda Leyla Güven yine cezaevindeydi. O dönemden ötürü şimdi burada hükümlüyüm. Leyla Güven’in bedeniyle yan yana. Onu tanımak benim için büyük bir şans ve hediye…