Varoluşun suskun zamanları

  • 09:02 25 Nisan 2021
  • Kadının Kaleminden
 
“Sessizlik hayatı müjdeleyen bir melodiye dönüşür. Sesin suskunluğunda sağırlaşma hali, sözlere eşlik eden ezginin eşliğinde yeniden işlevini kazanır. O an yeniden var olur anlamın hakikati.  Kulakları sağır edercesine yaşanan suskunluk, sessizliği aratan çığlık yeniden bulur kendini.”  
 
Derya Nil 
 
Nerde yok olmaya başladı ruhumuzun melodileri… ne zaman lal oldu sözsüz söylenen ritüel şarkıları. Toprağın kokusu nasıl kayboldu. Rüzgarın tınısı, yağmurun sesi hangi ara terk etti yürek coğrafyasını. Nasıl oldu da konuşurken lal olmuş bütün insanlık… Her sözü anlamsızlığın burhanında debelenerek. Nasıl da kalabalığın boğuntusunda, gürültünün uğultusunda yapayalnız kalmış çoğalan ölüm geçitleri.
 
Anlamsızlığın anlam haline getirilmeye çalışıldığı bir çağın girdabında debeleniyor insanlık. Nietzsche’nin “tanrı öldü” sözünden sonra nihilizmin dolambaçlı labirentlerinde yolunu kaybetmişçesine, körleşmişçesine. Kendi varoluşunun anlamını yaratamayanın yolunu kaybeden ruhun bedende donması misali buz kesilmiş yaşam çığlıkları. Ressamın ‘Çığlık’ tablosunda ki gibi kulağını kapatıp avazı çıktığı kadar bağırması kadar trajik. Gözleri kapalı her çığlığın etrafta kimselerin olup olmadığını unutması gibi biçare. Sessizliğin hazin sonunun duyma işlevini yitiren bir hastalığın kol gezmesi misali yaşanan sağırlıktan bihaber beşeri mahlukat.  İlk sessizliğin, insanın kendine sürgün olma halinin başlangıcı olması gibi. Kendine yabancılaşma tarihi. Sesin sessizliğe, sözün suskunluğa, çığlığın duyma yetisinin kaybedilmesine yenik düşmesi. Ve Da Vinci’nin Mona Lisa’sında ki gibi hüzünle gülüş arasında asılı kalmış duygular kıskacında tüm düşlerin bulanık belirsizliği.
 
Artık her şey anlamsızlığın kusmuğu gibi karabasana dönüşmüş. Durmadan ruhun tenini acıtıyor. Keskin, kanatan, değdikçe yarayı deşen bir dokunuş. vicdanın ölüm hükmünün kesildiği, hakikatin yasalara kurban edilip karanlık dehlizlere bırakıldığı ilk zamanları hatırlarcasına ağır her şey… yanlış karşısında yasalara hükmü veren “rıza” adına ahlaki sorumluluğun yazılı ruhsuz kanunların yasasına devredildiği  o modernliğin yok edici ölüm meleğinin doğuş tarihi.
 
Oysa tüm bu yok oluş karşısında hala toprağın kokusu gelir göğün sinesinden yaşamı damıtıp damlacıklarını yerin yüzüne dokundurmaya başladığı yağmurun akışında.  Toprağın derinliklerine, damarlarına doğru akan hayat pınarı misali her minerali bir sevinç melodisine dönüşür. Ruhu canlanan doğa çoraklaşmış insan ruhuna bir rüzgarın esintisi  gibi dokunur incitmeden. Pıhtılaşan damarların içinde süzülerek bir kelebeğin kozasından çıkmanın muştu gibi canlanır ruhun konaklandığı beden mekanında.  Sessizlik hayatı müjdeleyen bir melodiye dönüşür. Sesin suskunluğunda sağırlaşma hali, sözlere eşlik eden ezginin eşliğinde yeniden işlevini kazanır. O an yeniden var olur anlamın hakikati.  Kulakları sağır edercesine yaşanan suskunluk, sessizliği aratan çığlık yeniden bulur kendini.  Her suskunluk derin bir yolculuktur tüm yitirmelerin gölgesinde. Bizden çalınan ne varsa yeniden anımsamanın ve anlamında kendini bulmanın inzivasıdır. 
 
Çağın anlamsızlığa mahkum etmeye çalıştığı benliklerimiz varoluş sürecine girmeye başlar yeniden. Her şeye inat. Baharda kışın ağırlığını geride bırakırken tarihin tüm ağır yitirilişlerini anımsar insan. Ve bitmeyen, kaybolmayan, ruhumuzun, bilincimizin, belleğimizin en eski en köklü melodisi, ilk özgürlük ezgisi buluşup baharla yeniden coşar.  Karanlık zebanileri, modern çağın ruhsuz temsilcilerini korkutacak kadar güçlü bir yaşam çığlığına dönüşür, kendini var etme mecrasına yeniden yol almaya başlar.