Kadın bakışıyla Nusaybin, Heskîf, Ayasofya

  • 09:10 27 Temmuz 2020
  • Kadının Kaleminden
"Devlet halklara düşmanlık yapma siyasetini, toplumlar tarihinin hiç iyileşmeyecek olan yarası 12 bin yıllık Heskîf’i sulara gömdü. Güya Heskîf de UNESCO’nun dünya mirasına alınmıştı. Avrupa tüm bu yıkımlar olurken seyirci kalıyorsa UNESCO’nun Ayasofya’sını nasıl koruyacak(?)"
 
Ayşe Gökkan*
 
Bugünlerde Ayasofya Müzesi dünya gündeminde değil, Avrupa ve Amerika gündemindedir. Devletsiz çoğunluğun; devletli bir avuç iktidarla azınlık olduğu 21’inci yüzyılda yaşıyoruz. Devletin hizmetinde olan pozitivistler, tarihi egemenlikleri altına almaya çalışsalar da tarih asla kimsenin egemenliğine girmez. Tarihi yerler ve yazımlar da bunun kanıtıdır.
 
Devlet iktidarını insani, vicdani, ahlaki ve hukuki bulmayan devletsizlerin, devlet vahşetine karşı mücadelesi kimi zaman yeterli olmuyor ama yok edilmeye karşı mücadelesi örnek niteliğindedir. AKP-MHP, Kürt coğrafyasını ve İstanbul’u halklardan alamadı ama hıncını Nisêbin, Sur, Heskîf ve Ayasofya’dan aldı.
 
Dünyanın ilk üniversitelerinden Nisêbîs Okulu ile yan yana Zeynel Abidin Camii ve Mor Yakup Kilisesi, Nusaybin Belediyesi, halk tarafından bin bir bedelle alınır alınmaz tescillendi. 
 
Halklar, aldıkları karar çerçevesinde Zeynel Abidin Camii (1170) ile Mor Yakup Kilisesi'ni (M.S. 313) de içine alacak "Kültür ve İnanç Parkı" stratejisini hayata geçirmek için çalışmalara başladı. 12 bin yıllık Heskîf Mezopotamya tarihinin, bu toprakların bin yıllar içinde yarattığı pek çok inançsal, kimliksel, kültürel renklerle bir medeniyetler beşiği olduğu, tüm bu renklerin gelişim seyirlerinin acı savaşlarla zaman zaman kesintiye uğratılsa da Heskîf mirasıyla Nisêbîn Belediyesi Mayıs 2010’da “Mezopotamya Tarihinde Nisêbîn” sempozyumu düzenleyerek Kuzey Afrika, Mezopotamya, Avrupa, Türkiye ve Kürdistan’dan 45 akademisyen, yazar, araştırmacı, gazeteci, yerel tanıklarla cinsiyet eşitliği gözeterek 400 kişi ile 2 gün boyunca görsel tarih şöleni yaşadı.
 
Sempozyumda alınan kararlar şöyleydi:
 
* Mezopotamya’dan doğan tüm renklerin, inançların, kültürlerin, kimliklerin yeniden kaynağında canlandırılması, var olanların korunması geliştirilmesi için tüm kurum ve kuruluşlar, toplumsal kesimler görevlidir.
 
* Tarihin daha anlaşılır kılınması için Nusaybin ve çevresi ile ilgili arşiv ve kaynaklar çeşitli dillere çevrilmeli, tercümesi yayına dönüştürülmeli, sınırsız kadınların emeğiyle kadın imar kenti, tüm tarihi yerler tescillenmeli ve arşivi oluşturmalıdır.
 
* Tarihte bir ilim kenti olarak tanımlanan Nisêbîn, bu vasfını tarihi Nisêbîs Okulu’nun varlığına borçludur. Mezopotamya’yı araştıran bir araştırma enstitüsünün Nusaybin’de açılması, Nusaybin’in tarihi ve kültürel mirasının ortaya çıkmasının hızlandırılması, Nisêbîs Okulu’nun kalıntılarının önemli bir kısmı mayınlı arazi içinde olması dolayısıyla bölgenin mayınlardan temizlenmesi, tarihi kalıntıların ortaya çıkarılması ve Nusaybin kent arşiv binası ile İnanç Parkı’nın birlikte planlanarak hayata geçirilmesi, Mezopotamya’nın kuzeye açılan penceresi kendi renklerinin yeniden kavuşması karar olarak alındı.
 
Süryani, Keldani, Êzidî, Asuri, Kürt, Alevi, Ermeni, Mehelmi ve Arap gibi bu toprakların parçası olan kimliklerin temsilcilerinin etkin katılımı, kadim Mezopotamya barışı ve dostluğunun yeniden tesisinde etkin rol oynayacaktır.
 
Birincisi yapılan sempozyumun ikincisi de yapıldı. Her çalışmadan sonra devlet yetkilileri saldırıları artırdı. Mor Yakup Kilisesi’ne en çirkin saldırılar yapıldı. Bu sempozyumların hazırlanmasına öncülük eden DÖKH, KJA, TJA, DTK’nin bugün saldırı altında olmasının nedenlerinden biri de bu tür çalışmaları organize etmesidir.
 
Sadece saldırılar bununla kalsa iyidir diyesi geliyor insanın. Bir gece yarısı kimlikleri belli ama belirsiz kişilerce kilisenin duvarlarına “Şerefsizler defolun. Nalettullah kafirler defolun. Siyonist güçler defol. Siyonist köpekler”  ve Arapça “Allah u Muhammed” ile “Ey peygamber kafir ve münafıklara karşı savaş” yazıldı (Sanki Siyonist devleti ilk kendi tanımamış gibi. “Van minit” ile hava atıp sonra da ben mi sana git dedim diyen de benmişim gibi). Nusaybin Belediyesi ve halk tehditlerden asla korkmadı. Hemen kentin tüm dinamikleriyle kiliseye sahip çıktı. Soruşturma başlatılması için başvurular ve görüşmeler yaptı. İki inanç abidesini yan yana getirme çalışmalarını dünya barışına katkı sağlaması için hızlandırdı. 10 yıl boyunca belediye 28 arkeologla dünyaya örnek bir çalışma sunma sorumluluğunu Nusaybin halkı ile üstlendi.
 
Ancak Nusaybin halkının belediyesi, mayınlardan temizlenmesi gereken Nisêbîs Okulu’nu inanç parkıyla birleştirme çabasındayken devlet Nisêbîn-Qamişlo arasına utanç duvarları örme kararı aldı. Tarihi Bağdat Köprüsü’nü betonladı. Halk aylarca sınırda utanç duvarına karşı direndi. Yapımı tamamlanan kent arşivi ise pencereleri demir korkuluklarla cezaevine dönüştürmesi şöyle dursun, Nisêbîn’i bombardımanla yıkan anlayış sahipleri utanmadan kayyımla kent müzesini, evlerini başlarına yıktıkları Nisêbînlilerle uzlaşma komisyon binasına dönüştürdü.
 
Devlet halklara düşmanlık yapma siyasetini, toplumlar tarihinin hiç iyileşmeyecek olan yarası 12 bin yıllık Heskîf’i sulara gömdü. Güya o da UNESCO’nun dünya mirasına alınmıştı. Avrupa tüm bu yıkımlar olurken seyirci kalıyorsa UNESCO’nun Ayasofya’sını nasıl koruyacak(?) Nisêbîn yerle bir edildi. Bu da yetmedi devlet Sur’un evlerini bombardımanla yıktı. Ayasofya’ya (M.S. 337-361) halı serip namaz kıldı. Hangisini kurtarmak daha kolay? Bu soruyu gerçekten soruyorum. Avrupa devletleri oryantalist zihniyetten kurtulmadığı sürece itibarsız olarak tarihe geçtiler bile.
 
Bugün AKP-MHP iktidarı nasıl ırkçı, cinsiyetçi, dinci ise Avrupa’nın da ondan pek bir farkı yoktur. Kapitalist modernitenin merkezi Avrupa önce doğayı, kadını, halkları, inançları, kültürleri, börtü böceği faşizme destek vererek yok eder, sonra yok eden kendi değilmiş gibi fonlarla projeler yapıp kurtarıcı melek rolüne girer. Bu numara bayatladı artık. Biz kadınlar etnografya, coğrafya, antropolojinin ne anlama geldiğini “Doğu ve Güneydoğu”, “Orta Doğu” tanımından biliyoruz, kimi kimin merkezi, kimi kimin “doğusu”, kimi “orta” yaptıklarından biliyoruz artık.
 
“Egemenlerin kendi hesabına oluşturduğu coğrafya; kurgusal bir beyaz üstünlüğünü, ırksal bir çerçeveye yerleştirilmiş ideolojik alt yapısının gizli haritasıdır” der işi bilenler. Etnografya müzeleri yok ettikleri halkı camekânların arkasına koyup eğlenmek öğrenmek olarak egemenlerin yaratımıdır. Doğu tarihi müzesinde hayvanlar ve insanlar birlikte sergilenir (hayvanları aşağı gördüğümden değil batılıların kendi vahşetlerini hasır altı yapmak için onları aşağılamasını belirtiyorum), batının geçmişi doğunun bu günüdür. Yani Avrupa ile dikey, dünya ile yatay olarak hayvanlar alemi ile ise çapraz yada verevinedir. Antropoloji ile üçüncü dünya yaratıldı, antropoloğun kalemi askerin kılıcından daha keskindir asıl gezginler. Ama artık Avrupa kazdığı kuyuya düştü. Ayasofya oryantalist politikaların kurbanıdır. Heskif, Nisêbîn, Sur kurban edilmeden Ayasofya kurban edilmedi doğru. Tek farkı bu. Ama tüm tarihi miraslar doğanın insanlığa armağanıdır. Devletin kayyım yıkımına karşı halkların, kadınların yerel yönetimine örnek ders çıkarana…
 
Bir dip not ile duygumu ifade etmek isterim. 5 yıl boyunca beni öğrencileri olarak kabul eden Nisêbînlilere yaşamım boyunca borçlu olduğumu belirtmek isterim. Ama ben Eşbaşkan Sara Kaya ve Nisêbînli çocuklar kadar şanslı olmadığımın da altını çizerek itiraf etmek isterim.
 
* Tevgera Jinên Azad (TJA) Dönem Sözcüsü