Bellek oyunları: Zorlu coğrafyaların tekil ve çoğul tarihleri

  • 09:04 20 Mayıs 2022
  • Jıneolojî Tartışmaları
“Karşı karşıya yaşamaya, birbirinden eksilterek var olmaya koşullandırıldığımız düzenlerde kombinasyon harikalarının sonu gelmez: Erkek-kadınla, büyük-yetişkinle, yerli-yabancıyla, Türk, Kürt ve Ermeni ile, heteroseksüel-eşcinselle, Müslüman-Hıristiyanla karşı karşıyadır. Ve herkesin yeri pek ama pek dardır.” 
 
Karin Karakaşlı
 
Bellek, hayatın sağlama tahtası. Oraya kaydedilen anılar eşliğinde kişisel ve toplumsal hayatta kendi akışımızı oluşturuyoruz. Bu kayıt, özellikle resmi tarihin boşluk ve inkârları karşısında gayri resmi tarihimizi oluşturması açısından ayrıca çok kıymetli. Edebiyat ve sözlü tarihin de talip olduğu bellek kaydı, bir coğrafyanın hayatlardaki karşılığıdır. Elbette insanlar kendi hayatlarına dair kuşaklar boyu bir yalanı benimseyip terennüm ettiremeyeceğine göre, hakikatinden sual olunmaz bir kaynaktır.
 
Kadınların rolü tarih boyunca çok büyüktü
 
Bellek aktarımında kadınların rolü tarih boyunca çok büyük oldu. En küçük topluluk olan ailede çocukların içgüdüleriyle sezinlediği sırları gün gelip torunlarına aktaran nineler, bunun en yaygın örneğidir. Bu anlamdaki en büyük sırsa saklı kimliğin adeta bir miras gibi emanet edilişi; Fethiye Çetin’in ‘Anneannem’ kitabıyla yaptığı tam da buydu.
 
Herkesin yeri dar
 
Birbirinin yanı sıra değil, karşı karşıya yaşamaya, birbirinden eksilterek var olmaya koşullandırıldığımız düzenlerde kombinasyon harikalarının sonu gelmez: Erkek-kadınla, büyük-yetişkinle, yerli-yabancıyla, Türk, Kürt ve Ermeni ile, heteroseksüel-eşcinselle, Müslüman-Hıristiyanla karşı karşıyadır. Ve herkesin yeri pek ama pek dardır. Derken gün gelir; resmi söylemlerin, önyargıların kalkanında koca güve delikleri açılır. Korkunun yarattığı garip bir kader cilvesi bu; sakınan göze öteki batar.
 
Bir tabuya dokundu
 
Kolay olmadı, hem de hiç... Hep birilerinin o bebeğin ilk adımı denen mucizevi eşiği geçmesi ve hepimizi oralardan geçirmesi gerekti. Heranuş olarak başladığı yaşamını Seher olarak tamamlayan anneannesinin hikâyesi ile birlikte Fethiye Çetin yıllar önce bir tabuya dokundu. 
 
Ölüm acısını kavuşma umuduna dönüştürmek
 
Her şey 11 Şubat 2000’de Agos’ta çıkan bir vefat ilanıyla başladı. O güne kadar insan hakları kuruluşlarındaki çalışmalarıyla da tanıdığımız Avukat Fethiye Çetin, bu kez bir torun sıfatıyla ninesinin ölüm acısını paylaşıyor ama aslında “Onun adı Heranuş”tu diye başlayan satırlarda bundan çok daha fazlasını yapıyordu. 95 yıl boyunca torununun torununu görecek denli dolu dolu bir yaşam süren Seher Nine’nin Palu’da Heranuş Gadaryan olarak başlayan yaşamını anlatan Fethiye Çetin, 1915’le birlikte tabulaşmış bir dramın kapısını aralıyordu. Birinci elden bir tanığın, bir tanecik anneannesinin Amerika’da yaşayan ama izini kaybettikleri Ermeni akrabalarını arayarak ölüm acısını kavuşma umuduna dönüştürmeye çalışıyordu.
 
En gizli hazine 
 
Başardı da... Agos’ta çıkan ilan Fransa’da Haraç gazetesinde de bir yazının konusu olunca kendisi de Habab köyünden ve Gadaryanlar’ın uzaktan akrabası olan Baş Episkopos Mesrob Aşçıyan, ailenin peşine düştü ve Heranuş’un yüzünü hiç görmediği, ABD’de doğmuş kız kardeşi Margret’e ulaştı. Bağ kuruldu, ailenin Türkiye ve ABD sacayakları bir araya geldi. Anneannem, Fethiye Çetin’in bizlerle paylaştığı en gizli hazinenin ta kendisiydi.
 
Mutlu çocukluk günleri 
 
Susulan, susturulan ve hep dış ses replikleriyle konuşturulan tarihin içinde bir yer çatladı. Birden bir anneanne ile sırdaşı torununun mahrem sohbetine tanık olduk. O anlatılanların içinde neler yoktu ki... Hovannes ve İsguhi Gadaryan’ın sevgili kızları Heranuş’un müzikle yoğrulan, Ermeniceyi hemen söktüğü, mektuplar yazdığı Palu’daki mutlu çocukluk günleri. Derken bir gün tüm erkeklerin bilinmeze götürüldüğü, çoluk çocuk tüm kadınların yollara düşürüldüğü ölüm sürgünü... Babaanneleri tarafından suya atılan çocuklar, çıldıran anneler ve Heranuş’u yanına alan, eşi Esma’nın soğukluğuna karşın ona sevgiyle babalık eden Çermik Jandarma Komutanı Hüseyin Onbaşı...
 
‘Ne bileyim…’
 
“O günler gitsin, bir daha geri gelmesin” demişti anneanne. Bunu hiç unutmadım. Hatta kulaklarımda çınlıyor sesi, diyesim var. Bir de en acı çocukluk hatıralarını paylaşırken elbisesinin eteğini hiç durmaksızın düzeltişi vardı, ütüler gibi. Bunu da hiç unutmadım. Neden bunca yıl susup da bir türlü Ermeni akrabalarının izini süremeyişini sorduğunda, torununa verdiği bir yanıt vardı: “Ne bileyim...” Bilmenin değil anlatılmaz, sözü bulunmaz olanın ifadesidir; soru bile olmayan bu cümle. Ne kadar çok şey anlatır upuzun paragraflara bedel.
 
‘İki demek gül aldım’ 
 
Derken Fethiye Çetin alır sözü kitabın içinden. Bir yarayı sarar, sağaltır usul usul. “Anneannemin anne ve babasının New Jersey’deki mezarı. Orayı ziyaret ettiğimizde akşam olmak üzereydi. Çiçekçilerin çoğu kapamıştı. Bulabildiklerim arasında en iyileri pembe güllerdi. İki demet gül aldım. Hovannes ve İsguhi’yi aynı mezara gömmüşlerdi. Mezarın başucundaki plaketin yanına gülleri koyarken onlardan, anneannemden, hepsinden, kendim adına ve onlara bu inanılmaz acıları yaşatanlar adına bağışlanmayı diledim.”
 
Fethiye Çetin’in Anneannem’i sonrası “Ne bileyim” denilenleri bilmiş olduk. Ortak olduk, o zaman da karşı ve öteki kalmadı çünkü tam da Fethiye Çetin’in dediği gibi: “Düşman bazen ailenden biridir ve artık düşman değildir...”
 
Tarihi hiçleştirilmiş bir toplum 
 
Türkiye tarihinin en köklü tabusu Ermeni Soykırımı konusunda ilk elden tanıklıklara ve alternatif kaynaklara ulaşmamızın tarihi 1990’lara denk geliyor.  90’larda Kürt siyasi hareketinin faili meçhuller, akıl almaz sistematik işkenceler ve köy boşaltmalara karşın verdiği kolektif haklar ve bizatihi varlık mücadelesi, içine kapanık bir hayat sürerek elde kalan kadarını koruma refleksi içindeki Ermeni toplumunda da bir hareketlenmeyi beraberinde getirdi. Ermeni sözcüğünün küfür niyetine kullanıldığı, vakıf malları gasp edilmiş, tarihi hiçleştirilmiş bir toplum, Agos’un Türkçede yayın yapması ile birlikte haksızlıkları da görmezden gelinen koca kültür mirasını da ilk elden, kendi sesiyle anlatmaya başladı. Keza Batı Ermenice edebiyatının en güzel örneklerini Türkçe çevirileri ile okurla buluşturan Aras Yayıncılık, 1993’ten itibaren sadece Türkiye toplumu için değil bu toprakların Ermenileri için de dünyayı genişletti.
 
İlk ses veren Belge Yayınevi
 
Ermeni Soykırımı’nın devletin en büyük tabusu olduğu bir coğrafyada, bu adımları teşvik eden, suskunluğa karşı ilk ses verense Belge Yayınevi oldu. Ayşe Nur ve Ragıp Zarakolu çifti Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinin en gergin olduğu zaman yayınladıkları Marenostrum serisi ile Ege’nin iki yakasına ses verir, 90’ların köy boşaltmaları sırasında Kürt tarihine ilişkin nice ‘sakıncalı’ kitabı yayınlarken, Ermeni Soykırımı’na ilişkin olarak da Yves Ternon'un ‘Ermeni Tabusu’ ve Vahakn N. Dadrian'ın ‘Jenosid’i ile çıkageldi. 
 
‘Kışkırtılacak sayıda Ermeni kalmamış’
 
Ternon’un kitabı dolayısıyla iki yıl ağır hapse mahkûm olan Ayşe Nur Zarakolu, ‘Jenosit’ kitabı için de ‘Ermenileri Türklere karşı kışkırtmak’ gerekçesiyle yargılanırken davanın beraatla sonuçlanmasının ardından tam da uğruna mücadele ettiği üzere tabuyu biraz da olsa delmiş oldu. Beraat gerekçesi ile adeta resmi bir soykırım itirafıydı: “Kışkırtılacak sayıda Ermeni kalmamıştır!”
 
‘Mücadelemize devam edeceğiz’
 
Ayşe Nur Zarakolu, yayınladığı kitaplardan dolayı 40’dan fazla davaya maruz kaldı. Sadece Ermeni ve Kürt tabusu ile ilgili kitaplardan dolayı değil, işkence, kayıplar, idamlar, savaş suçları ve militarizm ile ilgili kitaplardan dolayı da yargılandı. Bu vesileyle onu kendi sesinden dinleyelim ve bu yürekli yayıncıyı bir kez daha minnetle analım: “Biz, kendimizi Türkiye’nin en özgür insanları olarak hissediyoruz. Bütün bu davalara, hapisliklere karşın kendi özgürlüğümüzü kendimiz yaratıyoruz. Yayıncı olarak bizler, yazarlarımızın kendilerini ifade etmeleri için mücadelemize devam edeceğiz.”
 
‘Gâvur Mahallesi’ kimin mahallesi?
 
Aras Yayıncılık, Mıgırdiç Margosyan'ın ‘Gâvur Mahallesi’ ve ‘Söyle Margos Nerelisen’i yayınladığında Türkiye Diyarbakır’ın Kürt halkı için Amed olarak taşıdığı merkezi rolü idrak etmeye çalışıyordu. Meğerse burada bir de Gâvur Mahallesi diye bir Ermeni Mahallesi yok muymuş? Birden izleri silinmek istenen o devasa Anadolu Ermeni uygarlığı unutulmaya inat, gururla dikildi yeni kuşakların karşısına. Margosyan başta olmak üzere nice anlatıcı doğup büyüdüğü yerleri, oranın dili, geleneği ve artık masal olmuş ortak hayatını çeviriler aracılığıyla aktarır oldu.  
 
Kök saldığını haykırır gibiydi
 
Aras Yayıncılık, Hagop Demirciyan (Mıntzuri) ‘Armıdan Fırat’ın Öte Yanı’ ile artık yok olmuş o ortak hayatlı Erzincan’ı, Kirkor Ceyhan’ın ‘Seferberlik Türkleriyle Büyüdüm’ü aracılığıyla bir dönemin Sivas Zarası ile buluşturdu. Anadolu’nun taşı ve toprağına âşık Sarkis Seropyan da iyice gerilere giderek Ermeni Tanrı ve Tanrıçaları ile bir araya getirdi Türkçede okuru. ‘Can gülüm Anahit ve Kazben Ermeni Tanrıları Konuşuyor’ yine Belge Yayınları’ndan çıkarken, herkese bu kadim halkın ne kadar uzun zamandır buralarda kök saldığını haykırır gibiydi. 
 
Hayalinin tekabül ettiği bir gerçek olmadığını gördü
 
Sonra bir de baktım ki Saroyan çıkagelmiş... Dünyaca ünlü Ermeni yazar olarak bilinen William Saroyan, aslında Bitlis’ten göç etmiş Ermeni bir ailenin ABD’de doğan ilk çocuğuydu ve Bitlis-Fresno-Yerevan üçgeninde kendisine bir aidiyet arayan memleket zengini bir yersiz yurtsuzdu. Nihayet kendisini hazır hissedip de 1964’te Anadolu’yu ziyaret ettiğinde şehrin o günkü gerçekliği ile kendi hayalindeki Ermeni köyü birbirine karışmıştı. İlk kez o an, hayalinin tekabül ettiği bir gerçek olmadığını gördü. Ve o ödeşme anında bir karar verdi. Bu acıyı, büyükannesi Lusi’nin ekmek pişirdiği yerde hâlâ yerli yerinde duran ocağın imgesiyle şifalandırdı. Şimdi bir Kürt kadın pişiriyordu ekmekleri. Ocağın tütmesi hayatın sürmesiydi. Acısında gülümsedi. 
 
Delirmiş bir Ermeni…
 
Hiçbir aidiyeti olmadığı ama doğmak zorunda kaldığı bu yaban topraklarda bir yandan Bitlis’i, kaybedilmiş vatanını aradı. Zerre kin gütmeden, anlamayı ve anlatmayı denedi. Uzun yıllar sonra kocaman cüssesiyle savrulduğu Anadolu yollarında, neden eski evini satın alıp da oralara yerleşmediğini şöyle anlatacaktı Bitlis adlı oyununda: “Şehirde hiç Ermeni yok, ben burada sadece tuhaf bir yerli olurum. 30 yıllık başarısının sonucunda yeteri kadar para kazanan Amerikalı Ermeni bir yazar, Bitlis’e gelerek ailesinin evlerini yeniden inşa ettirmeye karar veriyor. Büyükannesinin kardeşlerinin, kuzenlerinin değil, evini zengin Kürt işadamından alarak, daktilosuyla bu eve yerleşiyor. Tepelerde uzun yürüyüşlere çıkıyor ve artık orada yaşıyor. Delirmiş bir Ermeni...”
 
‘Daha kimse ölmedi mi?’
 
Saroyan’ın hikâyesi kaybedilen memleketin ve köklerin bedelleriyle cisimleşmiş gibidir. Ailedeki deliliğe özel vurgu yapan Saroyan, bunu bizlere bir nevi kalıtsal miras olarak duyumsatır. Dayısı Vartan’ın deliliği ise çok can yakıcıdır: “Bir yandan Fresno’daydık, bir yandan hiçbir yerde. Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki? Aslında bu, deliliğin, Merced Caddesi’ndeki Bloom Brothers’da terzi olarak çalışan dayım Vartan’da aldığı şekildi. Her akşam eve döndüğünde karısına ve annesine şu soruyu soruyormuş: Daha kimse ölmedi mi, bu korku dolu yalnızlığımıza, bu amaçsızca savrulmamıza, bu boşluğa ve köksüzlüğe son verecek biri?”
 
Not: Yazının devamı “Yok Sayılan Kadının Sesi” başlığıyla haftaya yayınlanacak.