Din ve mezheplerin çelişki ve çatışmanın kaynağı yapılması

  • 09:05 1 Ekim 2021
  • Jıneolojî Tartışmaları
“Ortadoğu kültürünü demokratikleştirirken, sivil toplumu âdeta yeni dönemin kabileleri ve klanları gibi değerlendirmek, aynı yaklaşımı dinsel gelenekler içinde göstermek, özcesi sosyal bilimi klan, kabile, mezhep, tarikat ve din kuruluşlarının yaşantılarını andırırcasına, gerektiğinde bu geleneklerin mirasıyla bütünleştirerek, gerektiğinde onlar gibi kendini örgütleyerek yürütmek başarı için esastır.” 
 
Sorxwin Eren
 
Din ve mezhep olgularına sadece politik araçlar olarak bakmak yanlış ve tehlikelidir. Din ve mezhep, politik argümandan önce ve daha çok sosyal adalet ve ahlakla ilişkili çıkışlardır. Günümüzde neredeyse tümüyle politik alana çekilmiş olmaları, toplumsal misyonlarından kopartıldıkları ve derin bir ahlaki çıkmaz içine sürüklenmiş olduklarını kanıtlar. Geçmişte de günümüzde de din ve mezheplerin politik çıkarlar için kullanılması, bu alanların iktidar güçlerinin eline geçmesiyle doğrudan bağlantılıdır. 
 
Mezhepsel ayrışma tehlikeli bir düzeye getirildi
 
Ortadoğu'ya milliyetçi fikirlerin gelmesi ve ulus devletlerin kurulmasıyla mezhepsel ayrışma daha tehlikeli bir düzeye getirilmiş oldu. Bilindiği gibi milliyetçilik her yerde ve her zaman dinden beslenmektedir. Milliyetçilik de kendisine göre kutsalları, ritüelleri olan bir düşünce biçimidir. Günümüzde milliyetçilik, dinsel mezhepçilikle kendini tarihselleştirmeye, etkisini sürdürmeye çalışmaktadır. 
 
Ortadoğu'da güncel politikada mezhep çelişkilerini kullanmak sadece ulus devletler dönemiyle sınırlı değildir. Osmanlı Safevi çelişkisi ve çatışmasının başladığı 1500’den beri devlet ve iktidarların mezhepsel farklılıkları sistemli kullanması söz konusudur.  Milliyetçiliğin eklenmesi durumu daha da tehlikeli ve tahripkar yapmıştır. Çünkü dincilik kadar mezhepçilik de din istismarcılığı anlamına geliyor. 
 
Mezhepler de tarikatlar da kullanıldı 
 
20. Yüzyılda da Ortadoğu'ya dönük emperyalist politikalarda iktidar İslam ve bu İslam anlayışının eline geçmiş mezhepsel farklılıkların temel kullanım aracı olduğu defalarca kanıtlanmıştır. Sadece mezhepler de değil tarikatlar da yoğun kullanılmıştır. Bu politikada nicelik olarak az olan kesim sayıca çok olana egemen yapılmıştır. Irak, Suriye, Ürdün başta olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde iktidar böyle kurulmuştur. Yemen Şii ve Sünniler arasında parçalanmıştır. Körfez Arap devletlerinde Vahabilik etkili güç yapılmıştır. Türkiye'de Sünni ve Hanefilik dışındaki diğer inançlar ve mezhepler yok sayılmıştır. Tüm bu ayarlamalar bugün devam eden çelişki ve çatışmaların beslendiği sorun alanları şeklinde de kurgulanmıştır. Arap ulus devletleri, Şiileri ve İran İslam Cumhuriyetini sorun ve tehlikeli görürken; Şiiler ve İran İslam Cumhuriyeti de Sünni Arap devletlerini tehlikeli ve emperyalizmin işbirlikçisi görmektedir. 
 
Emperyal politikalar izlendi
 
Bu iddia ve söylemler 11. Yüzyıl’da başlayan Haçlı Seferleri’ne kadar dayanmaktadır. Sünni iktidar İslamcılar, Şii dairesine dahil ettikleri İsmailileri birçok defa Haçlılarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle suçlamıştır. Şiilerse Sünni iktidar İslam güçlerinin zalim, adaletsiz ve sadece kendi iktidarlarını düşündükleri için Müslümanları savunamadığını ileri sürmüştür. Türk egemenleri, Osmanlıdan kalma halifelik gücünü kullanmayı sürdürmek istemiş, Türk İslam sentezi ırkçı ve yayılmacı bir ideoloji olarak geliştirilmiş, çağdaş, gerçek ve tek doğru İslam denilerek emperyal politikalar izlemiştir. Din istismarcısı Türk egemenliği Şiileri ve Şiiliği tehlike görürken, Arapları geri ve ilkel diyerek küçümsemiştir. Böylece devlet olarak yürüttüğü politikalara toplumsal temel yaratmaya çalışmıştır. Bu tarz siyaset, halen de sürmektedir. 
 
Derinleştirilen mezhepçilik
 
20.Yüzyıl’da başlayan ve 21.Yüzyıl’ın başından beri de derinleştirilerek sürdürülen Ortadoğu'daki çelişki ve çatışmalarda mezhepçiliğin temel motive edici güç olduğu güncel örneklerden de sabittir. Bahreyn’de zaman zaman gündeme gelen sokak eylemleri, Suudi Arabistan’da devlet baskısının, Suriye, Yemen ve Irak’taki savaşların yönlendirici propagandası mezhepçilik üzerine kurulmuştur. Bu mezhepçiliğin hem Şii hem Sünni tarafının iktidar peşinde koşanlar olması, birbirlerini öldürmeyi aynı din ve aynı ayetlere dayandırarak kutsamasını beraberinde getirmiştir. Gerçekten de dinciliğin, mezhepçiliğin ve ikisinin toplamı olan iktidar İslam'ın Muhammedi İslam’a karşı bir İslam olduğunu bu sonuç kadar çıplak anlatan az şey bulunur. Aynı dine inandığını söyleyenler, aynı kitaptan ve ayetlerden çıkardıkları sonuçlarla birbirini din adına/için vacip diyerek boğazlamaktadır. Kan dökmektedir. Ve her iki taraf hadisleri kaynak göstererek Muhammed’in yolunda olduğunu iddia etmektedir. 
 
Halkların da dinlerin de kaderi bu olamaz
 
Kuşkusuz ki ister 11.Yüzyıl’da başlayan Haçlı Seferleri olsun, ister Hristiyan inançlılar arasında Avrupa'da 15.Yüzyıl’dan sonra başlayan belli aralıklarla yüz yıllar alan mezhep ve din savaşları olsun, isterse Ortadoğu'da İslam adına başından itibaren gündemden düşürülmemiş mezhepçilik hatta tarikatçılık kaynaklı savaş ve çatışmalar olsun, hiçbiri toplumsal gerçeklik içinde olması gerekenler değildir. Bu sonuçlar makul ve makbul sayılamaz. Dini kavramla belirtirsek, halkların da dinlerin de kaderi bu olamaz. Olmamalıdır da. Dinlerin belli bir sosyal gelişmişlikten sonra farklı toplumsal kültürden kaynaklanan mezhepleşmesi, doğal bir gelişme olarak kabul edilebilir. Bunun dini düşünce ve kültürün yol açtığı toplumsal bir zenginlik olarak görülmesi daha doğrudur. Bu değişimi ve dönüşümü halkları birbirine karşı kışkırtma ve kırdırma aracı haline getirmek, ulus devlet politikalarıyla daha fazla derinleştirilmiş bir durumdur. 
 
İki çizginin yol açtığı sonuçlar ortada
 
İbrahimi dinler ve bu dinlerden çıkmış farklı yorumlar, ortak bir teolojik inanca dayandıkları için, aralarında bütünlük ve ortaklık kurmak daha kolaydır. Ancak iktidar aklı, devlet politikaları zor olan parçalama ve çatıştırmayı hakim hale getirmiştir. Bilindiği gibi Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık aynı köke ve tek bir ataya dayandıklarını kendileri ilan etmiştir. Tüm mezhepleri ve tarikatlarıyla da bu ortak tarihten beslenmiştir. Bu ortak kök ve ata damarı, ucu açık, esnek dinsel kimlik anlayışıyla birbirlerine yaklaşıp verimli sentezlere yol açabilir. Böyle bir zihniyet için en başta dinlerdeki demokratik değerleri, evrensel ahlaki ilkeleri içtihadın temeline almak, diğer tüm kutsal metinleri de buna göre yeniden yorumlamak gerekmektedir. Din ve inanca ne iktidar dinciliği ne de bilimsellik adı altında Avrupa merkezli gelişmiş kendisi de mezhepçiliğin bir türü olan laiklik anlayışla yaklaşmamak gerekir. Bu iki çizginin yol açtığı sonuçlar ortadadır. 
 
Kadın özgürlük mücadelesi ezberletilmiş düşünce ile sınırlanamaz
 
Dinin hakikati bilme biçimlerinden biri olduğunu unutmayalım. İçinde toplumsal değerler, ahlaki kurallar formüle edilmiştir. Bunlar sistemleştirilmiş ve kültür haline getirilmiştir. Kutsallığın ya da dar anlamıyla dinsel inancın sadece adını bildiğimiz dinlerle sınırlı bir bilme ve inanma biçimi olmadığını da iyi anlamak gerekir. Nasıl ki sosyalizmi Marks ve Leninle, kadın özgürlük mücadelesini de 19.Yüzyıl’dan sonra gelişmiş feminist hareketlerle sınırlamak doğru değilse, toplumsal inancı da elimizdeki kutsal kitaplar ve herkese din adı altında ezberletilmiş düşünce ve kültürle sınırlamak doğru değildir. Bu gerçekliği topluma derinliğine kavratmayı, sosyal bilimin en önemli görevlerinden biri olarak kabul etmek gerekir. Ancak bu kavrayışla demokratik ekolojik ve kadın özgürlükçü toplumun kutsallıklarını tanımlayabileceğimizi, yaşayabileceğimizi belirtebiliriz. 
 
Sosyal bilimi örgütleyerek yürütmek başarı için esastır
 
Değerlendirmelerimizi Abdullah Öcalan’dan bir alıntıyla tamamlamanın yerinde olacağını düşünüyoruz. “Ortadoğu kültürünü demokratikleştirirken, sivil toplumu âdeta yeni dönemin kabileleri ve klanları gibi değerlendirmek, aynı yaklaşımı dinsel gelenekler içinde göstermek, özcesi sosyal bilimi klan, kabile, mezhep, tarikat ve din kuruluşlarının yaşantılarını andırırcasına, gerektiğinde bu geleneklerin mirasıyla bütünleştirerek, gerektiğinde onlar gibi kendini örgütleyerek yürütmek başarı için esastır.” 
 
Bu çabanın da kutsal yaşama saygının gereği olduğu aşikardır.