Akademik dil ile toplumsal dil arasında

  • 09:02 9 Temmuz 2021
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Akademik düşünme pratiğinin toplumsaldan bağımsız gerçekleşmesi ve kısa dönemde 'yararlı olma' kaygılarını taşımayıp özgürce salınması için bir alanı olmalı. Ancak düzenli olarak toplumsal bilgiyle çarpışmak zorunda kalarak değişmeli, dönüşmeli, dönüştürmeli.” 
 
Nazan Üstündağ
 
Akademik dil deyince aklıma en az iki farklı dil geliyor. Birincisi son derece steril ve anlaşılması pek de zor olmayan pozitivist dil. Bu dil bir takım durumları değerlendirmek ya da ilişkileri kanıtlamak üzerinden kendini var eden, düşünceyi derinleştirmekten çok, toplumsal çokluğu, çeşitliliği ve çetrefilliği basitleştirerek anlatmaya yönelen bir dil. Aslına bakarsanız bu pozitivist dil ile kapitalizmin ürettiği toplumsal dil çoğu zaman örtüşüyor da. İkisinin de tarihsel olarak erkek konumu ve öznelliğini esas aldığını ve dil aracılığıyla bu konumu yaymaya, tekleştirmeye ve hakikat mertebesine çıkartmaya soyunduğunu düşünürsek bu çok da şaşırtıcı değil.
 
Toplumsal önyargının ötesine geçebilmek…
 
Bir örnek vereyim: Toplumsal önyargılar eğitimin kadına karşı şiddeti azalttığını söyleyecektir. Eğer pozitivist kavramlaştırmaya dayalı sayısal bir ölçüme gidecek olursanız bunu “bilimsel” olarak da kanıtlayabilirsiniz. Ancak pozitivizmi aşan bir dil bu toplumsal önyargının ötesine geçebilir ve gündelik hayatı, o hayat hakkında söylenenlerin ötesine taşıyarak ismi henüz konulmamış olanı ortaya çıkartabilir. Örneğin, böyle bir çaba içindeki feminist akademik kavramsallaştırma “eğitimli” denen kesimler arasında yayılmış bambaşka şiddet biçimlerini keşfetmiş; bu tür önyargılar ve çıkarımlar aracılığıyla sınıfların nasıl cinsiyetlendirildiğini göstermiş ve kadınların deneyimlerine ve dünyalarına anlam katacak yeni diller üretmiştir. 
 
Pozitivizmle kapitalist toplumsallığın uzlaşma alanı
 
Akademik dilin elbette demokratikleşmesi gerekiyor. Ancak bu demokratikleşmenin nasıl olacağı meselesi önemli. Bu demokratikleşme kolay olanın, kolayca anlaşılabilenin hakim olmasıyla sağlanamaz. Çünkü yukarıda demeye çalıştığım gibi “kolay anlaşılabilir” olan genellikle pozitivizmle kapitalist toplumsallığın uzlaşma alanıdır. Öyleyse başka bir uzlaşma alanı yaratmak gerekiyor: Eleştirel akademinin toplumda radikal olanla, dışlanmış olanla, egemen anlatıların içine girmeyenle düşüncenin derinliğinden taviz vermeden ortaklaşması gerekiyor. Bu ortaklaşmanın yolu ise kanımca ister araştırma yoluyla, ister üniversiteyi dönüştürerek toplum ile eleştirel düşünceyi birbirine çarptırmaktan geçiyor. 
 
Değişim ve dönüşüm
 
Akademik dilin ancak toplumsal alanlarda ve toplumla birlikte düşünme mecburiyeti ile karşılaştığında komplike düşünceden taviz vermeden anlaşılabilirleştiğini düşünüyorum. Akademik düşünme pratiğinin toplumsaldan bağımsız gerçekleşmesi ve kısa dönemde “yararlı olma” kaygılarını taşımayıp özgürce salınması için bir alanı olmalı. Ancak düzenli olarak toplumsal bilgiyle çarpışmak zorunda kalarak değişmeli, dönüşmeli, dönüştürmeli. 
 
Kendi kendini temsil etme
 
Aslında akademide kullanılan ve genellikle yazılı biçimde kurulan dil, 1980’lerin ortasından itibaren ciddi bir eleştiriye tabi tutulmuştu. Dilin var olan-ya da araştırma sonucu elde edilen bilgiyi yansıtmaya yarayan bir araç değil bizatihi hakikatin kendisini kuran bir düzlem olarak ele alınması gerektiği ve akademide kullanılan dilin bu anlamıyla masum olmadığı iddia edilmişti. Önce antropoloji disiplini içinde ortaya çıkan, daha sonra ise tüm sosyal bilim alanlarını etkileyen bu eleştiriler, akademisyenlerin kullandıkları dilin, hakkında yazdıkları kişileri ve olayları tanımladığını ve belli hiyerarşiler içine yerleştirdiğini gösteriyorlardı. Akademinin hakkında yazdığı birçok halk, sosyal bilimlerin ürettiği dil içinde kendi hakkında bilgi üretmekten aciz ve anlam üretiminde pasif resmediliyor, batılı gözün rahatça içini okuyabileceği bir transparanlığı olduğu varsayılıyor ve kendi kendini temsil etme araçlarından uzaklaştırılıyordu. 
 
Hakikati anlatmanın farklı dilleri 
 
Bu dönem belki de en çok tartışılan konu şuydu: Eğer bilimsellik üreten dil taktiklerinden vazgeçip öznelliğimizi kabul edeceksek bu ürettiğimiz bilgi ile ilgili olarak ne anlama gelir? Mesela bilim ile edebiyat arasında kurulan sınır acaba sadece dil ile inşa edilen bir sınır mıdır? Bir diğer deyişle kurmaca bir hikaye, bir otobiyografi veya saha araştırmasına dayalı bir sosyal bilim ürününü birbirinden ne ayırır? Bunlar sadece hakikati anlatmanın farklı dilleri değil midirler? O zaman birbirlerinden ödünç almalarında ne sakınca vardır? Ya da aralarındaki sınırı korumanın kime ne faydası bulunur? Kimileri ise sosyal bilim ve edebiyatın arasındaki sınırın tamamen kurmaca olduğunu iddia ediyor ve her “hakikatin” aslında sadece edebi olabileceğini, çünkü dille kurulduğunu söyleyerek, edebiyatın sosyal bilimler üzerindeki sultasını ilan ediyorlardı. Bu tartışmalar sosyal bilimlerin metodolojisinde ve kullandığı dilde yeni ölçüler oluşturdu. 
 
Akademik dili yeniden inşa etmek
 
Son elli yılda akademik dilin dönüşümünü sağlayan birinci kuvvet dilin hakikat kurucu gücünün muhalif akademisyenler tarafından kavranması, gündeme getirilmesi ve akademik dilin değişmesi için politik ve kavramsal bir baskı oluşturması dedik. 2000’lerin ortasından itibaren ise iş piyasasında, çeviri dolaşımında, eğitimde ve teknolojide olan değişimlerle birlikte akademik bilgi ile toplumsal hareketlerin buluşmasına; toplumsal hareketlerin genişleyen ufuklarında yeşeren kavramların akademik alana sızarak ve taşarak akademik dili yeniden inşa etmesine tanıklık ediyoruz. 
 
Akademik kavramların toplumsal kullanıma açılması 
 
Öncelikle şunu söylemek mümkün; her ne kadar toplumsal çatışmaları var olan düzen lehine ehlileştirmesi sebebiyle çokça eleştirsek de sivil toplum sektörü büyüdükçe bunun bir yan etkisi olarak akademik kavramların toplumsal dolaşımı ve toplumsal kullanıma açılması ivme kazandı. Türkiye’den örnek verecek olursak, özellikle hafıza, hafızalaştırma, geçiş dönemi adaleti ya da geçmişle yüzleşme konularında sivil toplum kurumları akademi ile toplumsal alan arasında önemli bir köprü ve çevirmen işlevi gördü. Benzer bir şeyi feminizm ve ekolojik mücadelede de görmek mümkün. Sivil toplum da akademi de insan trafiği yoğun alanlar. Öğrenciler ve sivil toplum kurumlarında ya da üniversitede asistanlık işlerinde kısa zamanlı ve güvencesiz olarak çalışan kişiler, aynı zamanda toplumsal hareketlerde de önemli roller alıyorlar. 
 
Referans verilen kavramlar 
 
Örneğin Amerika’da İşgal Et!, Türkiye’de Gezi, Yunanistan, İtalya ve İspanya’daki anarşist hareketler ve Ortadoğu’da ki Meydan hareketlerinde, bahsi geçen kişiler aracılığıyla ve yine başka bir kesişim üreten internet mecraları sayesinde, yepyeni kavramlar üretildiğine tanıklık ettik. Kimi zaman ise geçmişe hapsolmuş ve akademi tarafından de-modeleştirilmiş kavramlara yeniden ruh üflendi. Bu kavramlar daha sonra bulundukları yerlerden akademinin merkezine doğru tekrar hareketlendi ve şimdilerde örneğin devrimi ve devrimciliği konuşurken ya da sistemsel eleştiri geliştirirken en çok referans verilen kavramlar haline geldiler. Örneğin insanın aklına bir çırpıda mülksüzleştirme, barikatlaşma, komünleşme gibi kelimeler geliyor.
 
Çevirilerin katkısı 
 
Tüm bu sürece çevirilerin katkısı da yadsınamaz. (Ayrıca dünyada –umduğum üzere – yakın bir zamanda işlevli bir (kadın) enternasyonali gerçekleşirse bu çeviri bilim sayesinde olacaktır). Son yirmi yılda birçok kitabevinin yaptığı çeviriler sayesinde, baskılarla güdükleştirmiş akademik alanın dışında, bilginin dolaşımı mümkün oldu. Özellikle muhalif gazetelerin ve özgür basının köşe yazarlarının çeşitlenmesi ile bu çeviri kitaplardan öğrenilerek üstlenilmiş birçok kavram hızlıca dolaşıma girdi. 
 
Dilin tek düzeliği
 
Peki, bu örnekleri niye veriyorum? Şunun için. Dilin tek düzeliğini bozan ve onu derinleştiren şey karşılaşmalar. Bu akademik dil için de toplumsal dil için de geçerli. Akademik dilin alanının yok olmaması ancak toplumsal olanla karşılaşması için trafiğinin yoğun olması gerektiğini düşünüyorum. Kürt hareketinden bir örnekle bitireyim. Kürt hareketinden edindiğim birçok kavram var. Hareketin dışında yer alan biri için bu kavramları anlamak kolay değil. Ancak çarpışmalar ve karşılaşmalar sayesinde bu kavramların bazıları benim için artık analitik kavramalar haline geldi ve akademik yazılarımda da sıklıkla kullanıyorum. Örneğin içi ciddi bir deneyimle doldurulmuş iradeleşme kavramı, Kürtçe’den xwebun kavramı ve akademiden gelen özneleşme kavramları birbirleriyle konuştukça anlamları çoğalıyor, derinleşiyor. Mesele bunları birbirileri ile sürekli çarptıracak insani, dilsel ve bilgisel dolaşımın çoklu, sürekli ve etkin olacağı mecralar yaratmak...