Bir kadın ontolojisi yaratmanın önemi

  • 09:03 19 Şubat 2021
  • Jıneolojî Tartışmaları
 
“Kadının varlığı sorununun cinsiyetler arasında basit bir eşitlik arayışının ötesine taşınması önemlidir. Kadının varlığının kültürel değerlerle donatılması ve kadının varlığının değerli hale getirilmesi, bunun dişil dilinin yaratılması da bir o kadar önemlidir.”
 
Sara Aktaş
 
Felsefe; evreni, bir bütün olarak insanı, insanın insanla ve toplumla olan birliğinin temellerini ortaya koyan, hayatımızda yolumuzu kaybetmememizi sağlayan, bizi gereği gibi yönlendiren bir etkinlik olarak görülmüştür. Ne var ki “yaşamın kutup yıldızı” olarak bilinen felsefi düşünce tarihi kadınların en acımasızca dışlandığı ve sürgün edildiği alanlardan bir olmuştur. 
 
Felsefi düşünce ve filozof babaları dünyayı bütününde yorumlarken eril bir aklın ışığında, cinsiyetçi bir perspektiften kadını görmezden gelmiş, yok saymıştır. Özellikle batı felsefe tarihinde karşılaştığımız ve bize mükemmel olarak sunulan zihinsel yapı erkeğe ait olmuştur. Kadın varlığı ise esas olarak yoktur. Mitler, felsefi metinler, söylenceler başkası için var edilen, oluşturulan kadınlarla doludur. Ne yazık ki ontoloji ve metafiziğin ortaya koyduğu bu olumsuzlamayı etik ve politika da tamamlamıştır. Dünyayı şekillendiren bu cinsiyetçi akıl ve düşünce gücü olurken sonuçları ise bitip tükenmeyen erkek egemen kurumsallaşmalar, kanlı savaşlar, hiyerarşi, tahakküm, ekolojik felaketler, kan, yıkım, gözyaşı, olmuştur. Buna karşın daima özgürlük arayışını ve varoluş mücadelesini bir şekilde vermek zorunda kalan kadınlar erkeklerin düşünsel dünyasında bir tehdit olarak görülseler de bu arayışı sürdürmeyi başarmışlardır.
 
Hakikat ışığını yakalayabilme, aklın o soğuk bedenine yüreğin gücünü katma isteğini ve azmini devam ettirmişlerdir.
 
Yoldan çıkarıcı kadın imgesi yoğunca zihinlere empoze edilmiştir
 
Din otoritelerinin geliştirdikleri düşünüşte de en büyük günahkâr kadın ilan edilmiş; ilk günahkâr, yoldan çıkarıcı kadın imgesi yoğunca zihinlere empoze edilmiştir. İnsanlığın günahkârlığının baş sorumlusu olan kadından dolayı yaşam, ruh ve beden kirletilmiştir. Kadın artık bir kötülük simgesidir. Bu kötülüğün yaşamın her alanında denetlenmesi ve kontrol altına alınması en önemli problemdir. Ortaçağın en karanlık yüzünün kendini yansıttığı bu bakış açısı sonrasında Rönesans ve reform hareketleri geliştiğinde de değişmemiş, esaslı bir dönüşüme yol açmamıştır. Akıl yürütme yetisi yine erkeklere ait görülüp doğanın fethi yanında kadın bedeninin fethi de amaçlanmıştır. Bu gelenek dişil olanı her şeyden uzak tutmayı sürdürmüştür. Özcesi bir varlık olarak kadına “varlık olma” hakkı tanınmamış, tamamlama rolüyle sınırlandırılmıştır. Denilebilir ki yaşanan gelişmeler bile mevcut iktidar ve egemenlik ilişkilerini dönüştüren değil, verili durumu meşrulaştıran bir nitelik kazanmıştır. Burada ideolojik bir haklılaştırma durumu olduğunu görüyoruz. Anlaşılacağı üzere felsefi düşünce bir açıdan bilgiyi tekeline alan Sümer Rahiplerinin bir yanıyla da tanrıça değerlerini yok eden mitolojik tanrılar Zeus ve Marduk’un izinden yürümüş, onların düşünce kıvılcımlarını çakıp muazzam bir eril düşünce ve yaşam sistemine dönüştürmüşlerdir. Bu sistem cinsiyetçi toplumsal yapının kuruluş tarzı ile tarihsel bir bilgi olarak işlenmiş ve erkek zihniyeti tarafından birbirine aktarılarak günümüze uzamıştır. Ardından bu düşünsel yapı gündelik hayatın grameri içinde kendiliğinden öğrenilmiş, örgütlü ve politik bir içerik kazanmıştır.
 
Feminist felsefeciler bilimsel dünyayı önyargılardan kurtarmaktadırlar
 
Felsefi dünyanın kadına kapatılıp, erkek aklının merkezine alınma çabasına karşın, kadın hareketlerinin etkisiyle kadınlar da erkek aklının dünyayı kendi anlayışına göre somutlaştırma ve felsefesini yapmasına karşı tavır almaya başlamış, mesafeli durmaya çalışmıştır. Bu bakımdan feminist felsefeciler sadece Batı felsefe tarihini eleştirel tarzda yeniden okumayla sınırlı kalmamakta aynı zamanda felsefi dünyayı ideolojik sınıfsal ve cinsiyetçi önyargılar tarafından belirlenmekten kurtarmaya çalışmaktadırlar. Feminist felsefeciler tarihsel metinlerde dile getirilen düşüncelerin tamamını sistematik bir analize ve eleştiriye tabi tutarak kadının ontolojik olarak tanımlanma biçimine ilişkin metaforları, imgeleri ve mitleri yeniden çözümlemeye başlamışlardır. Öyleyse artık erkek aklı herkes ve her şey adına düşünmemeliydi. 19.yy’la beraber geçmişlerinden devraldıkları mirasla birçok kadın bir taraftan erkek egemen kültürün kadını ikincil konuma hapsederek, akıl/duygu, medeniyet/doğa, aktif/pasif gibi karşıtlıkları besleyen din ve felsefi söylemlerle savaşırken, bir taraftan da kadınların özgürlük hareketleri gibi geniş çaplı akımlarla önayak olduklarına tanık oluyoruz. Bu çerçevede feminist bir felsefenin de başladığını görüyoruz. Feminist felsefe, rasyonaliteyi erilliğe, duygusallığı dişilliğe eşitleyen, kadını erkeğin yokluğu, eksik ötekisi olarak tanımlayan Batı felsefe geleneğine karşı çıkan bir felsefi söylemdir. Kadınca düşünüş böylelikle ontolojik ikiciliğin her türünü reddeden, kadınların niçin yok sayıldıklarını, bastırıldıklarını açıklarken, hakiki bir anlama ve açıklamanın da bastırılanın, tahakküm altında alınanın sesine kulak vermekle mümkün olacağını savunmuştur. 
 
Erkeğin bilgi üretimine şüpheyle yaklaşmıştılar
 
Bunlarla beraber 1980’li yıllardan itibaren kadın düşünürler erkeklerin bilgi üretimine ve biçimine de şüpheyle yaklaşmış, teori ya da bilgi iddiasının gerçekliğinin onun kim tarafından öne sürüldüğüne bağlı olduğunu belirterek yeni bir bilgi felsefesi geliştirmişlerdir. Felsefi bilgiyi hem içerik hem de yapı bakımından eleştiren bu tutum, batılı filozof ve bilim adamlarının dünyayı ikiliklerin oluşturduğunu kavramsal bir çerçeveden gördüklerini ve bu durumun gerçekliği çarpıtan yanlış bir bilgiye yol açtığını savunmuşlardır. Tüm bu çabalar özcesi kadının ilgi ve çıkarlarını, kimliklerini duyarlılıklarını ciddiye almakla birlikte kadına özgü varlık, düşünme ve eyleme tarzının değerini ve önemini ortaya koymuş insani deneyimin tümünün erkeğin deneyimleriyle özdeşleştirilmesini reddedip yeni ve kendine ait bir varlık alanı oluşturmaya yönelmiştir.
 
Kadın üzerinden eril ideolojik kurgulamalar yapılmıştır
 
Yazının başından itibaren ortaya koyduğumuz felsefecilerin felsefi etkinlikte bulunurken kadını nasıl tanımladıklarından yola çıktığımızda, bunun doğal sonucu ontolojik olarak kadının varlığının ya yok sayılması, ya çarpıtılarak görmezden gelinmesi ya da aşağılanarak tanımlanması olmuştur. Bu durumun erkek iktidarlaşmasına dayanan, oldukça bilinçli ve sistematik bir düşünsel saldırı olduğu da açıktır. Erkek egemen yaklaşımın kadını varlık olarak yok sayma stratejisi bir yanıyla Batı düşüncesinin özdeşliğe nerdeyse farklılığı yok saymak pahasına imtiyazlı bir yer vermesine dayandığı gibi, bir yanıyla da oldukça ideolojik bir zemine dayanmaktadır. Bu ideolojik zemin başkasının özgüllüğünü ve varlığını reddeden, kadını erkeğin yokluğu ve eksik ötekisi olarak tanımlayan erkek sisteminden beslendiği, kendini var kıldığı, kurumlaştırdığı zemindir. Bundandır ki kadının ne olabileceğine veyahut ne olduğuna dönük sayısız imge, sembol, metafor, aracılığıyla kadın üzerinden eril ideolojik kurgulamalar yapılsa da gerçekte kadının tanımlanması yapılmamış, kadına atfedilen kötülüklerin tanımlanması yapılmıştır. İşte kadın düşünürler geleneksel ontolojik yaklaşımlara karşı çıkarken kadına biçilen bu nesnelleştirme metaforuna da köklü bir karşı koyuşu dillendirmişlerdir. Buna göre; kadınlar geleneksel ontolojideki zihin beden düalizmine karşı çıkarak zihin ve bedenin birbirini karşılıklı olarak oluşturduklarını dile getirmişlerdir. Patriyarkal kurumların ve onları doğuran zihniyetin köklü bir dönüşümünden geçmeden kadın açısından yokluğun kurumlaşmasını ifade edeceklerini belirten kadın düşünürler bu sağlanamazsa kadının yitikliğinin giderek derinleşeceğini ifade etmişledir. Bu açıdan politik, ontolojik ve epistemolojik olarak patriyarkal yapıların tümünün bizzat kadınların bakış açısıyla radikal bir dönüşüme uğratılması hayatidir. 
 
Kadının yok sayılması ideolojik bir yönelimdir
 
Tüm bu nedenlerle kadını toplumsal kimliği ve kendi öz varoluş özellikleriyle tanımlamak ve bunu bilimsel altyapıya kavuşturmak için kanımca bir kadın varlık bilimine yani kadın ontoloji bilimine şiddetle ihtiyaç vardır. Kadının gerçekte ne olduğunu, ne olmadığını, nasıl tanımlanabileceğini, doğa, toplum ve evrenle olan ilişkilerinin ne olduğunu sorgulayacak ve bir öze dönüştürecek olan böylesi bir ontolojik yaklaşım aynı zamanda kadının varlığına yönelen tüm sistematik saldırılara da en güçlü yanıt olacaktır. Bu çerçevede kimi önemli hususları vurgulayacak olursak: Birincisi; kadının varlığını ontolojik olarak bütün boyutlarıyla bir ifadeye kavuşturmak ve ontolojik yaklaşımlar kadar tarihe topluma ve evrene dair bütün zihinsel yapılanlarını kapsamlı ve sistemli bir eleştiriden geçirmeye bağlıdır. İkinci olarak; kadının varlığını biyolojik olarak salt dişil cins olması temelinde değil, kadın şahsında bir toplumsal kültür temelinde ele almak gerekmektedir. Zira kadının yok sayılması ideolojik bir yönelimdir ve aşılması da ancak ideolojik olarak her şeyden önce varlığının bu güçlü tanımlanmasına ve ideolojik bir mücadeleye bağlıdır. Üçüncü olarak; kadın varlığının tam ve gerçek temsili için dişil bir felsefe ve düşünüş geliştirip bunu dişil bir dille ifadelendirmek önemlidir. Bu dişil düşünüş ve dil, olgusallığı reddetmeyen ama onunla da yetinmeyen çok yönlü bir ilişkisellik zemininde hareket eden, zengin ve olasılıkçı bakışı esas alır ve egemen erkek aklınca kadına atfedilen duygusal zeka ile erkeğe atfedilen rasyonel zeka arasındaki sınırın yıkılmasını şart kabul eder. Dördüncü olarak; kadının varlık tanımlamasının bizzat öznesi olup, yabancılaştığı, yitirdiği öz değerlerini yeniden kazanması, kadının geliştireceği kendine dönüşüyle mümkün ve etkili olacaktır. Kadın kendini tanımladıkça doğayı, evreni, insanlığı tanımlayacaktır. Zira kadın evrensel, toplumsal, tarihsel ve kaynağını doğadan alan bütünsel bir varlıktır. Bütün varoluşlar kadının varlığında iç içe ve bütünlüklü bir varlık halinde özetlenmektedir.
 
Varım var olmaya devam edeceğim
 
Sonuç olarak; kadının yokluğu basit bir yaklaşımın ürünü olmamıştır. Esasta düşünsel, kültürel, ideolojik bir sürecin sonucudur. Kadın üzerinde yoklukla özdeş istendik sonucun yaratılması önce düşüncede başlamış ardından pratikte uygulanmıştır. Tüm bunlarla bağlantılı olarak kadının varlığı sorununun cinsiyetler arasında basit bir eşitlik arayışının ötesine taşınması önemlidir. Kadının varlığının kültürel değerlerle donatılması ve kadının varlığının değerli hale getirilmesi, bunun dişil dilinin yaratılması da bir o kadar önemlidir. Özcesi gerçeklik bu denli ağırken, bunun karşısında durmanın en temel koşulu kendi varlığına, varoluşuna sahip çıkmak “vardım, varım, var olmaya devam edeceğim” diyebilmektir. Kendi iradi varlığına, varoluşuna sahip çıkma, onun merkeze alınması ve ona dayanarak yaratılacak eylemsel duruş, kadın açısından can damarı gibidir. Zira kadın varlığının değerinin bilgisini oluşturmak ve bu bilgiyi bir değere dönüştürmek kendine ait olanı talep etmektir, bunu örgütlü bir direnişe dönüştürmektir.