Sosyal Bilimlerin Krizi

  • 09:09 8 Ocak 2021
  • Jıneolojî Tartışmaları
“Jineolojînin kadın bilimi olarak sosyal bilimler krizine müdahalesi, verili olan bilimin yöntemlerine eleştirisini de geliştirir ve bu eleştirisel yaklaşımı ile çözüm yöntemini, çıkış kapısını aralar.”
 
Nesrin Akgül
 
Toplum bilimi olarak sosyoloji, insanın kendini anlama arayışında ortaya çıkan bilimsel yöntem bütünüdür. Sosyolojinin bilimsel yöntem olarak kendini kavramlaştırması, içinde bulunduğumuz modernite çağında gelişmişse de, insanın kendini anlama yöntemleri adına toplumsal tarih boyunca gelişen mitoloji, din, felsefe gibi hakikate ulaşma yöntemlerinden de bağımsız ele alınamaz. Önemli olan, insanın ne derece hakikati bilmeye yaklaştığı ve kendini bu gerçekler ışığında ne ölçüde var edebildiğidir. Toplum bilimi olarak sosyoloji kendinde doğru bilme kaynaklarını, hakikati öğrenme yöntemlerini, tarihselleşmeyi başarmadıkça içinden çıkılamaz krizler yaşamaktadır. Aslında var olan haliyle sosyolojinin yaşadığı krizler diye tanımladığımız gerçekler, toplumsal krizler ve bu krizlerin doğru anlaşılmaması, çözüm gücü olunmaması sorunsaldır. Haliyle de ortaya çıkan tablo insanın, toplumun kendini anlama yabancılığı, körlüğü olmaktadır. Kadın bilimi olarak her şeyden önce bu ihtiyaçla ortaya çıkan Jineolojî, toplumsal sorunların doğru tanımlanması kadar, çözüm arayışını da ortaya koymayı hedeflemesiyle yol alan düşünce yöntemi, yapılanması olmaktadır. Kapitalist Modernite çağı ile beraber tavan yapan, zirveleşen sorunların kapattığı hakikat kapısının Jineolojî ile yeniden aralanması ve gerçeklerin uyandırılması arayışıdır. Aslında toplumun yaratıcı öznesi olarak kadının, binlerce yıllık kafeslenmiş hakikatten yeniden kendi olma gücü, iradesi, aydınlanmasıyla toplumla buluşturulması dirilişidir. 
 
Nasıl ki toplumsal bilmenin sağlanması için insan ve toplumun doğru anlaşılması önemli bir nirengi noktasıysa, aynı kapsamda kadının da doğru tanımlanması toplumu bilme adına yapılması gereken öncelikli tarihsel gerçekliktir. Sosyolojinin yaşadığı krizleri tanımlamaya başladığımızda da karşılaşacağımız gerçeklik, aynı zamanda kadının da yok sayıldığı ya da yanlış tanımlandığı olacaktır. Toplumu tanımlamada bağlı kalmamız gereken başlangıç noktası, insanın toplumsallaşma devrimini kadınla başarmasıdır. Bu başlangıç zamanından sapma ya da uzaklaşma, sadece yanlış bilmelere yol açmamış, aynı zamanda tarihin yanlış seyrine de yol açmıştır. Binlerce yıllık yalanların, ihanetin, hakikat katliamlarının bırakmış olduğu yığın altında ezilmeye çalışılan ana varlık olarak kadın varlığının, dirilme mücadelesini Jineolojî ile devam ettirirken, sarıldığı esas hakikat toplumun nasıl gerçekleştiğini bilmek olmuştur. 
 
Toplumu anlamaya dayalı doğru bilgiye ulaşmak için toplumsal problemlerin doğru teşhisi önemlidir. Soru-sorun doğru anlaşılmadan çözüm başarılmayacağı gibi, eksik parçalı bilgilenmeler de hakikat bütününü perdeler. Jineolojî, yaşamın; hangi zamanda, hangi topraklarda, kimlerin ellerinde yoğrularak bereketlendiğini tarihsel düzlemde aydınlattığı için; toplumun üzerine çöken karanlık zamanın, toplumun mezar kazıcılığını yapan varlığın izlerini de bugünün delaletinden sürebilmektedir. Hakikati ters yüz eden erkek egemen zihniyetin kurduğu iktidar tekleşmesi, kendini bir ahtapot misali kurumlaştırdıkça, toplumu da yönetebileceği şekilde inşa etti. Toplum devletçi uygarlığın esaretine alındıkça varlığına yabancılaşmaya başladı. Devletli uygarlık, ruhunu da esir alarak toplumu kendi sömürgesi haline getirdi. Doğanın kendisi de uygarlığın sömürgen müdahalesinden payını alarak ruhsuz, cansız, nesneleşmiş bir kavramsallıkta ele alınıp sömürüldü, bu sömürünün zihniyet kalıpları oluşturuldu. Dolayısıyla uygarlığın iktidar şifreleri çözümlendikçe, perdenin arkasındaki örtük gerçeğin erkek egemenlikli karakterde olduğu görülecektir. 
 
Jineolojînin kadın bilimi olarak sosyal bilimler krizine müdahalesi, verili olan bilimin yöntemlerine eleştirisini de geliştirir ve bu eleştirisel yaklaşımı ile çözüm yöntemini, çıkış kapısını aralar. Elbette ki eleştiri yöntemini yıkıcı değil, yapıcı tarzda yaparak sosyal bilimlerin tarihe sundukları katkıları, ortaya çıkardıkları hakikatleri de korur, yeniden şekillendirir. Bu minvalde ele alırsak 19. Yüzyılda Avrupa merkezli olarak geliştirilen, pozitivist sosyoloji olarak da kavramsallaştırılabilecek olan sosyal bilimlerin ve bu sürece yol açan tarihsel gelişmelerin ve düşünsel yapıların eleştirel bakışını özelde de erkek aklın eleştirisi üzerinden yapar. 
 
Antik Yunan Çağı ile başlayan, Aydınlanma Çağı ile tepe noktasına ulaşan ve hala devam eden rasyonalizm yahut akıl gücünün, gerçekte “erkek” temsilini yaptığını belirterek ilk elden eleştiri sunmak önemlidir. Çağın düşünürleri, akıl ve erkek özdeşliğini toplumsal ve siyasal alanlar içinde özdeş kılarak kadının toplum dışında tutulmasını böylece meşrulaştırmaktadırlar. “Akıl erkek, beden kadındır; akıl toplumun yaratıcı gücü, kadınsa onun besleyici gücüdür. Erkek, uygarlığın kendisidir ve kadın ancak onu tamamlayandır.” Birbirini tamamlamada ise eşitlik, ortak yaşam paylaşımı yoktur; hâkim, özne olan erkeğin, tamamlayıcı nesnesidir kadın. Aydınlanma çağı ve sonrasında gelişen süreç içinde akılcılık, sadece kadın karşısında erkeğe has bir özellik olarak değil, aynı zamanda batının da kendi dışındakilere karşı kendine ait bir özelliği, üstünlüğü olarak geliştirilir. Kapitalizm kendi zihniyet hegemonyasını en fazla da pozitivizmden yararlanarak yapmıştır. Çağ, bilimin üstünlüğünün, bilginin güç olduğunun ilan edildiği bir çağdır. Kapitalizm, her kalıba giren, spekülatif, eklektik bir yandan da dogmatik zihniyeti ile sosyal bilimlerden de yararlanmıştır. Bu aslında sosyal bilimlerin yaşadığı açmazlardan beslenmesi ile gelişen bir durumdur. Sosyoloji, İ. Wallerstein’in deyimiyle felsefeden boşanmış, tarihsizleşmiş, kendini fen ve beşeri bilimler diye ayırmış ve kendi içinde bilgide “uzmanlaşmıştır.” Bu kendi başına hakikatin bütünlüğünü bozmakta, parçalamaktadır. Zaten “büyüsü bozulmuş” bir dünyada ahlaki, etik, estetik değerlerle toplumu anlamaktan uzaklaşılmıştır.
 
Bununla beraber ortaya çıkan esas krizlerden biri, sosyal bilimlerin kendini tarihselleştirememesidir. Zamansız, mekansız, olgucu yaklaşım yöntemleriyle tarih, geçmiş bir zamansallık, hakim devletlerin sürgit savaşları, devletler kurup yıkmalarından ibaret olmuştur. Toplumsal sorunlarsa en kaba haliyle ekonomik indirgemecilikle ele alınıp, sorun sadece sınıfsal sorun parçasından anlaşılmaya çalışılmıştır. Hâsılı, toplumsal problemlerin çözümü için yola çıkanlar da sosyal bilimlerin yaşadığı çıkmazı doğru tahlil edemediklerinden, hâkim düşünce yapısı ile yaklaştıklarından dolayı kapitalist modernite sistemine eklemlenmekten kurtulamamışlardır. Pozitivist yöntemin ilerlemeci tarih anlayışı ile yaklaşılması, kapitalizme kadar gelişen uygarlık sisteminin adeta bir kader gibi yorumlanmasına neden olurken, ilerlemecilik kavramındaki ölçünün ne olduğu da sorgulamaya muhtaç olmuştur. Kapitalist modernite, akılcılığın akabinde gelişen sorunlarla özelde 20.Yüzyılda gelişen faşizmle zirve yaparak, en vahşi yüzünü göstermiştir. Toplum, ahlaki-politik dokusunda bozunmaya uğradıkça vahşi kapitalizmin de saldırısına uğramış, sömürgeleştirilmiştir. Sosyoloji, bu gerçeklik karşısında toplumu, ahlaki-politik dokusuyla tanımlayamadıkça toplum bilimi olmaktan uzaklaşmaktadır.
 
Jineolojî, özelde kapitalist modernite çağında yaşanan toplumsal problemleri tarihsel dayanağından koparmadan ele alırken erkek aklı olarak gelişen akılcılığı da eleştiriye sunar. Kapitalist modernite, duygusal zekâyı bastırmadan kendini inşa edemezdi, çünkü kendinden önceki düşünce yapıları ahlakı bu derece yok saymamıştır. Jineoloji, kadının varlık kimliğini de oluşturan duygusal zekânın büyütülmesini esas alır. Duygusal zekâ yaşama saygı ve değer veren, doğa dengesini gözeten, his dünyamızı oluşturan zekâdır ve bu zekâ türü kendini toplumsallaştırarak insanın kendini oluşturmasını sağlamış, analitik zekâyı da bu zeminde büyütmüştür. Ancak, analitik zekânın yarattığı olumsuz sonuçları duygusal zekâdan kopması ile geliştiği tecrübe edindiği için buna karşı da ahlakla baş etmeyi esas alır. Bu nedenle etik, estetik değerler sosyolojinin esas yöntemi haline gelir. Toplum birinci doğadan önce ikinci doğa ile tanımlanıp sosyolojik gerçekliği ile anlaşılırken de ahlaki-politik özelliği belirginlik kazanır. Sosyolojik gerçeklik, etik-estetikten kopuk ele alınamaz. Çünkü hegemonik uygarlığın saldırısı altındaki ahlaki-politik toplum yapısı en çok da etik ve estetik gücüyle direnir. 
 
Özelde kadın ve bu bağlamda soykırım saldırısı altındaki toplumlar için sosyolojik yaşamak, yüreği, zihni ile toplum için kendini var etmek, o toplumu anlamak, doğru anlamak, bilme gücüyle özgür yaşama iradesini, mücadelesini vermeyi zorunlu kılmaktadır. Yaşam ancak böylece kaybettiği hakikat değeriyle buluşacaktır. Bitirirken Abdullah Öcalan’ın bizlere yönelttiği soruda duralım: “Özgürlük tercihimiz toplumsal özgürlük temeli üzerinden mi varlık kazanıyor yoksa kişisel kurtuluş üzerine mi? Çizgi temelinde özgür yaşam tercihini net yapanlar, öncelikle kendi sosyolojisini oluşturma çabası içine girerler ve kendi toplumsallığını inşa ederler. Her biriniz kendi sosyolojisini oluşturma, toplumsallığı inşa etmenin neresindesiniz?”