Modern bilimde erkekliğin inşası

  • 09:06 6 Kasım 2020
  • Jıneolojî Tartışmaları
“Kadının kendini bulması, ancak erkek egemen aklın ona dair yalanlarını bir bir açığa çıkarıp mahkum etmesi ve doğruları ortaya koymasıyla mümkündür. Kendi gerçek tarihini ortaya çıkarmak kadar, eril tarih ve düşüncenin adım adım nasıl örüldüğünü deşifre etmek de bu yolda ilerleme kaydetmek acısından büyük önem taşımaktadır."
 
Fidan Yıldırım
 
“Bilim tarafsızdır!”, yaşamımız boyunca çokça duyup okuduğumuz ve uzun süre sorgulamaksızın doğruluğuna inanıp savunduğumuz bir klişedir. Bilimin söyledikleri öylesine kesin ve güvenilirdir ki çoğumuz onları sorgulamayı düşünmez bile! Bilimin insanlık için olduğuna ve onun için çalıştığına dair öylesine derin bir inançla şekillendirmişizdir ki bilim adına insanlık değerlerinin her gün bin bir şekilde ayaklar altına alındığını görmez gözlerimiz. Modern bilim, tüm tarafsızlık iddialarına rağmen sınıflar, uluslar, ırklar, cinsiyetler üstü değildir. Ortaçağ dinsel karanlığına karşı; aydınlanmanın, özgürlüğün, eşitliğin yaratıcısı olma iddiasıyla girilen bilimler çağı, burjuvazi öncülüğünde tarihin en yıkıcı sistemlerinden biri olan kapitalist hegemonyayla sonuçlanmış; kapitalizmin hizmetindeki bilim adeta burjuvazinin dini haline gelmiştir.  
 
Bilimin bir hegemonya aracına dönüştürülmesinin, erkekliğin inşasının kendisini en çok ele verdiği konulardan biri, kadın ve bilim ilişkisidir. İnsanlık tarihinin çok uzun bir dönemine bilgece öncülük etmiş kadın, binyıllar boyunca ortaya çıkardığı bilgi ve buluşların erkek eliyle kendisinden zorla ve hileyle çalınması yetmiyormuş gibi mitoloji, din, felsefe ve bilim yoluyla da gerçekliği çarpıtılarak tanınmaz hale getirilmiştir. Neolitiğin yaratıcı ve bilge ana tanrıçası, erkek egemen bakış açısının hurafeleri ile adım adım değersizleştirilip küçültülmüş; kendisi de kendi doğasına, bilgisine ve tarihine yabancılaştırılmıştır. Bilim alanında sayısal temsil düzeyi de önemli olmakla ve bir amaç olarak sahiplenilmesi gerekmekle birlikte bilimdeki eril bakış açısını, erkekliğin inşasındaki rolünü ve toplumsal cinsiyetçiliği besleyen karakterini deşifre etmek, doğruları ortaya çıkarmak ve cinsiyetçilikten arınmış bir bilim gerçeğine ulaşmak çok daha fazla önem arz etmektedir. Kadının kendini bulması, ancak erkek egemen aklın ona dair yalanlarını bir bir açığa çıkarıp mahkum etmesi ve doğruları ortaya koymasıyla mümkündür. Kendi gerçek tarihini ortaya çıkarmak kadar, eril tarih ve düşüncenin adım adım nasıl örüldüğünü deşifre etmek de bu yolda ilerleme kaydetmek acısından büyük önem taşımaktadır. 
 
Erkeğin modern bilim üzerindeki hakimiyeti, bilimin eril bir dil edinmesinde temel etkendir ve erkek bilim yaparken kendi karakterini ve deneyimlerini de ona aktarır. Bu durum, modern bilimin neden eril bir karakterde olduğunu açıklar. Modern bilimin eril karakterde oluşu, salt onun eril bir dile sahip olmasından kaynaklanmıyor, daha da önemlisi bu bilim erkekliğin inşasında ve süreklileşmesinde önemli bir rol oynuyor. Nesnel olma iddiasındaki modern bilim, çok ince bir tarzda ataerkil bakış açısının yerleşmesi ve kökleşmesi için çalışıyor; toplumsal cinsiyetçiliği tekrar tekrar yeniden üretiyor. Kadın bedeni, modern bilimin erkekliği inşasında, en çok odaklandığı ve manipüle ettiği alan oluyor. 
 
Tarih boyunca, erkek egemenliğinin özellikle üzerinde durduğu bu alan, önceleri dinsel, geleneksel ve toplumsal hiyerarşiler temelinde normlara bağlanırken 18. yüzyıldan itibaren yaşanan radikal paradigma değişikliği ile yeni bir içerik kazandı. Daha önceleri açık ve katı bir biçimde ötekileştirilen, ikinci derecede sayılan ve dinsel yargılarla mahkum edilen kadının bedeni, bu yüzyıldan başlayarak daha doğal kategorilerle denetlenmeye başlandı. 19. yüzyılda, yeni modern paradigma, kadınları cinsiyet esasına göre, erkek cinsiyeti karşısındaki farklılıkları temelinde, “ikili karşıtlık” oluşturarak ele alıp tanımlamaya girişti. Bu yüzyılda tıp, kadın bedenini doğal döngüsünden kopararak belli standartların içine hapsetti. Kadının kendi bedeninde yeni bir can yaratma gücünü elinden alamayan eril akıl, çareyi onun doğurganlığını küçümsemekte ve üremeyi mümkün kılan bedensel yapısını, bilimsellik kisvesi altında karalamakta bulmuştur. Modern paradigmanın önemli disiplinlerinden biyoloji, tıp, psikoloji ve psikiyatrinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinselliği ele alış tarzları ataerkilliğin beslenmesi ve yeniden üretilmesinde çok büyük rol oynamaktadır. Cinsiyetin akışkan kurgusu aynı zamanda tıp bilgisiyle de desteklenir. Başka bir deyişle tıp bir cinsiyet kurgusunun yaratılmasında her zaman söz sahibiydi fakat cinsiyet hiçbir zaman modern tıpta olduğu kadar bedenlere tıkıştırılmadı. Modern bilim kadını bedenselleştirip zayıf ve güçsüz olduğunu işleyerek kamusal alanın dışına iterken, onu cinselleştirerek de doğurganlık özelliğini öne çıkarmış ve eve kapatmıştır.
 
Egemen ataerkil bakış açısına uygun kadın-erkek rollerinin bilime taşırılmasının çarpıcı bir örneği, spermle yumurtanın hareketine dair izahlarda kendini ele vermiştir. Teknik bilimsel bir yazıya göre döllenmede etkin olup kendi kendine hareket eden sperm, edilgen bir şekilde döllenmeyi bekleyen yumurtanın zarını delip içine girer ve ona genlerini aktarıp büyüme programını harekete geçirir. Bu sürece kadar yumurtanın tek hareketi, bulunduğu kanal içinde kayarak döllenmeyi beklemektir. Geleneksel kadın-erkek ilişkilerine ne kadar da benziyor bu izah! Ataerkil toplumda erkeğin etkin, kadının edilgen durumu adeta insan doğasının bir yansımasıymışçasına bilim adına meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa daha sonra ortaya çıkıyor ki, spermin yumurtaya yapışmasını sağlayan, yumurtanın protein üreten faaliyetidir ve döllenme de yumurta ve spermin karşılaşıp birbirlerinde erimeleriyle gerçekleşmektedir. Görüldüğü gibi modern tıp nesnellik ve bilimsellik adına kadın gerçeğini en çok manipüle eden, erkek egemenliğinin dayanaklarını en çok oluşturan ve toplumsal cinsiyetçiliği en çok besleyen alanlardan biridir. 
 
Tıbbın yanı sıra, biyoloji bilimi de kimi iddialarıyla cinsiyet farklılığına dayanan bir eşitsizliği meşrulaştırmaya hizmet etmiştir. Cinsiyetlerin anatomik farklılıkları, toplumsal cinsiyet farklılıklarıyla iç içe geçerek onu beslemektedir. Kadının erkek karşısındaki eşitsiz konumunu biyolojik farklılıklara dayandırmak kadını doğal olanın içine hapsetmektedir. Yine aynı şekilde klasik antropoloji, Batılı sömürgecilerle iş birliği içinde olmuş, sömürge halkların geri olduğu, onlara medeniyetin götürülmesi gerektiği gibi tezler geliştirerek halklar üzerindeki emperyalist hegemonyayı meşrulaştırmaya çalışmıştır.  Dolayısıyla modern bilimin kadına dair argümanlarının cinsiyetçi karakteri, eril aklın tahakkümünü beslemekte ve insanlığın sorunlarının çözümlenemeden kalmasına hatta günden güne ağırlaşarak insanlığı felakete sürüklemesine yol açmaktadır. Bütün bu sorunların çözüm anahtarı, kadın gerçeğinin doğru tanımlanmasından geçmektedir. Kadın gerçeğinin doğru tahlili ancak onun doğasının doğru bir bakış açısıyla ele alınmasından geçer. “Kadın doğası karanlıkta kaldıkça, tüm toplum doğası aydınlanmamış olarak kalacaktır. Toplumsal doğanın gerçek ve kapsamlı aydınlanması, ancak kadın doğasının kapsamlı ve gerçekçi aydınlanmasıyla mümkündür. Kadının sömürgeleşme tarihinden ekonomik, sosyal, siyasal ve zihinsel sömürgeleştirilmesine kadar konumunun açıklığa kavuşturulması, tarihin diğer tüm konularının ve güncel toplumun her yönüyle açıklığa kavuşmasında büyük katkıda bulunacaktır.” Modern bilimin, erkekliğin inşasını besleyen ve kadının ikincil konumunu destekleyerek toplumsal cinsiyetçiliği bilim alanına da taşıran argümanlarına karşı feminist bilim kadınlarının itirazı ve yaptıkları çalışmalarla bilimin cinsiyetçi karakterini deşifre etmeye başlamaları, bilimin adına yakışır bir karaktere kavuşması acısından önem taşımaktadır. Bilimin cinslerden, ırklardan, inançlardan, ideolojilerden bağımsız bir karaktere kavuşturulması için bir arayış ortaya çıkmış bulunmaktadır. Büyük zorluklar ve engellerle karşılaşsa da bu çabalar; bilimin, egemenlerin hegemonyasından kurtarılıp insanlığın hizmetine sokulmasında değer taşımaktadır. Bu arayış ve çabaları güçlendirmek, gerçekten insanlığa hizmet etmek isteyen ve hakikatin peşinde olan herkesin görevidir.