Bellek oyunları: Zorlu coğrafyaların tekil ve çoğul tarihleri-2 2022-05-27 09:10:35   Yok sayılan kadının sesi…    “Dünyaya adeta yerleşik olmak için gelmiş bir halkın sürekli olarak göçlerle sınanması nasıl bir talihin cilvesidir bilinmez, ama her eklemlenen ülke ve kaybedilen memleket, önce dilde karşılığını bulur. Bulur ve kaybedersin, azalarak çoğalırsın bir ömür boyu.”    Karin Karakaşlı   Ermeni okul müfredatında adı geçmeyen, zamanının önde gelen feminist kadın yazarları keşfetmek de hayat okuluna kaldı. 2000’lerin başında bir grup üniversite öğrencisi genç kadın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla hazırladıkları bir etkinlikle bizi bir grup iddialı, cesur, öncü kadınla tanıştırdı. Yıllar sonra Melisa Bilal ve Lerna Ekmekçioğlu tarafından derlenen ‘Bir Adalet Feryadı’, Osmanlı ve Türkiye Ermeni toplumunda kadın haklarıyla ilgili talepleri gündeme getirip bu hakların elde edilmesi için dernekler, gazeteler kuran, romanlar, öyküler, şiirler yazan ve o etkinlikle tanıdığımız beş öncü kadını; Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap, Zabel Asadur (Sibil), Zabel Yesayan ve Hayganuş Mark’ı bize kazandırdı. Adalet, eşitlik, özgürlük, insan ve kadın hakları konusunda mücadele eden, Anadolu hemcinsleri için okullar açan bu idealist kadınlar, feminist tarihteki o anlatılmamış boşluğa konarken, hepimize de ilham kaynağı oldu.   Ölüm tarihi ve yeri bilinmiyor   Zabel Yesayan’ın Nisan 1909’da Adana’da yaşanan katliamda yerle bir olmuş Ermeni mahallelerinden ve köylerinden canlı tanıklıklar barındıran ‘Yıkıntılar Arasında’ (Aras Yayıncılık) ve diğer kitapları okurla buluştukça, her yerin her dönemin muhalifi olarak sürdüğü trajik hayatı da bir başına çok şey anlatır oldu. 24 Nisan 1915’te, Ermeni aydınlarının çıkarıldığı ölüm yolculuğundan bir hastanede saklanarak kurtulan Zabel, ne acıdır ki yıllar sonra kendi isteğiyle göç ettiği Ermenistan’da 1937’de Stalin kovuşturmaları sırasında tutuklanıp Sibirya’ya sürüldü. Ölüm tarihi ve yeri kesin olarak bilinmemektedir.   Anlam yitiminin olduğu yerde çılgınlığın tehdidi    Zabel, ‘Yıkıntılar Arasında’da, ağladığı için ele verilecekleri korkusuyla saklandıkları kuytudaki diğer Ermeniler tarafından öldürülmeye yeltenince kendi bebeğinin katili olan ve aklını kaçıran anneden, açlıktan yaratığa dönmüş insanlara kadar akla ziyan ayrıntıların tanıklığını yapar. Bu cehennem görüntülerinde bu kadar sakınımsızken, 1911 tarihli önsözünde alabildiğince temkinlidir. Marc Nichanian, bu özel baskının önsözünde, yazarın sunumundaki ruh halini şöyle yorumlar:  “Yesayan felakete bir anlam yüklemek istiyor; tüm o ölümlere, o müthiş anlamsız ölümlere bir anlam kazandırmak ve tabii böylece, yazdıklarını ve yazma edimini aynı zamanda kendisi için gerekçelendirebilmek istiyor. Çünkü anlam yitiminin olduğu yerde çılgınlığın tehdidi söz konusudur.”   “Biz de kurbanlarımızı verdik, kanımız bu sefer Türk yurttaşlarımızla birlikte döküldü. Zabel,  “Bu son olacak” der. Oysa 31 Mart vakalarına denk getirilerek eski rejime havale edilmiş görünen katliamdaki İttihatçı parmağı çok iyi bilir. Ve o gerçeği anlatısındaki kahredici ayrıntılardan çıkarmamızı bekler sanki.   Anlattıkları okumak için bile çok ağır     8 Mart 1919’da Paris’teki Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Boğos Nubar Paşa tarafından Paris Barış Konferansı’nın dikkatine sunduğu ve Ermeni kafilelerin maruz kaldığı tecavüz, katliam, işkence dolu insanlık dışı muameleleri içeren raporu ise bir feryattır. Büyük çoğunluğu Ermeni olan ve bunun yanında çok sayıda Rum, Süryani ve Nasturî çocuk ve kadının bulunduğunu anlatan Zabel’in, anlattıkları okumak için bile ağırdır. “Çocuk, genç kız ve genç kadınlarsa caniler tarafından kaçırıldı. Bu onursuz durumdan kaçmayı başaranlar, bu kez de yollarda öldürüldü. Konvoylara refakat eden jandarmalar, onları 1-2 gün yürüttükten sonra bir su kaynağı yanında durduruyor, ama su içmelerini engelliyorlardı. Suya kavuşma izni elde etmenin bedeli, bilmem kaç tane bakire ya da genç kızın kendilerine teslim edilmesiydi. Bu korkunç yöntem sistematik biçimde uygulandı.”   Uluslararası bir kadın komisyonu kurulmalı   Zabel’e göre, Müslümanların alıkoyduğu çocuklar ve kaçırıldıkları tarihte reşit olmayan kadınlar koşulsuz geri getirilmeli, ailelerine teslim edilmeli, aile ve yakın akrabalarının ölmüş olması halinde ilgili milletlerin korumasına verilmelidir. Reşit kadınların teslimi daha zor olacaktır. “Müttefik güçlerin desteğine sahip uluslararası bir kadın komisyonu kurulmalıdır… Ya hemen düşmanın saklanmasına fırsat bırakmadan harekete geçip bütün bu zavallı köleleri onlardan uzaklaştıracağız ya da yeni sorun ve komplikasyonlara sebep olacağız… Türklerin elinden kurtarılacak çocukların barınacağı yetimhanelerin sayısı hızla arttırılmalı.  Müslümanlardan kurtaracağımız kadınlar için, onları yeniden doğdukları topraklara yerleştirinceye kadar yeni sığınaklar oluşturmalıyız.”   Hissettiğimizde anlam ve ihtimal geri gelir   Belli ki Zabel, 1909’dan 1919’a kadar o on yıl içinde birlikte yaşama rüyasını ve inancı kaybetmiştir. Artık Türklerden ve Müslümanlardan kurtarılan kadın ve çocuklar vardır. İttihat’ın sistematik imhası sonrası anlam ellerinin arasından kayıp gider. Ve bütün o on yıl aslında koca bir yüzyılın da ifadesidir. Zabel’in o on yılını iliğimizde hissettiğimiz zaman ihtimal ve anlam yine geri gelir.   ‘Meliha Nuri Hanım’ ya da Muktedire meydan okuma   Sarsılmak iyidir. Sarsılmak, varlığını sorgulamaz hale geldiğimiz rutini, üzerimize boca edilen ve mutlak değer gibi kuşandığımız önyargıları yerle yeksan etmeye yarar. Elbet bu, hiç de kolay bir süreç değildir. Ayağınızın altından yer çekilir ve uzay boşluğunda bütün iç organlarınız çekilerek asılı kalırsınız. Ama hayatınızı değiştirecek kararları da ancak bu noktada alır, sahici ödeşmeleri ancak bu noktada başarırsınız. Yaşadığı çalkantılı tarihe doğrudan tanıklık eden sıra dışı hayatı ve birbirinden özgün edebi eserleriyle çağdaş Ermenice edebiyatın vazgeçilmez mihenk taşlarından Zabel, ‘Meliha Nuri Hanım’ kitabıyla, ruhlarda işte böyle bir sarsıntı yaratmaya taliptir.   Kalbim seni görmek ümidiyle titriyor   Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan novellayı Ermeniceden çeviren Mehmet Fatih Uslu, kapsamlı bir son sözle metnin edebi ve siyasi bir okumasını da yapmış. Çanakkale Savaşı sırasında Gelibolu Hastanesi’nden gönüllü olarak hemşirelik yapan ve köşklerde büyümüş, seçkin bir ailenin kızı olan Meliha Nuri Hanım’ın günlüğünden notlar biçiminde kurgulanan novella, çok katmanlı yapısı ve bu geçirgen yapılar arasındaki incelikli gel-gitleriyle okuru şaşırtıyor. İlk bakışta cepheden ağır yaralı, ölüm döşeğinden askerlerin getirildiği bu hastanede, savaşın dehşeti içerisinde Meliha Nuri Hanım’ın aşk ve varoluş buhranına tanıklık ederiz. En katı gerçeğin, ölümün karşısında bile, genç hemşire o anda kalmayı başaramaz ve sürekli geçmişe, kendisini terk ederek başka bir kadınla evlenen Celaleddin Bey’e yönelir. Zira Celaleddin’in şahsında, aslında kadınlık gururunu ve varlığını aşağılanmış hissetmiştir. Aşk ve nefret, kendi içinde at başı gider: “Celaleddin, sen hayatımın cellâdı oldun ve yüreğimin en derininden nefret ediyorum senden. Ateşler içinde ve severek nefret ediyorum, severek ve nefret ederek ıstırap çekiyorum. Boyunduruğundan kurtulmak istiyorum, fakat kalbim bir yaprak gibi seni görmek ümidiyle titriyor.”   Sınıfsal hiyerarşide eşitsizlik   Hastaneyi ziyaret etmesi beklenen ama hiç gelmeyen Celaleddin Bey, bu kısa ve yüklü novella boyunca bir ‘leitmotiv’ olarak kalır; kahramanların anıları, bugünleri ve gelecek algıları açısından bağlantı unsuruna dönüşür. Bu leitmotiv eşliğinde hayatı belirlenen ve üçgenin diğer ayağını oluşturan Remzi ise aynı hastanede tabip olarak görev yapmaktadır. Ancak Meliha Nuri Hanım, bir kez olsun ona ‘bey’ diye hitap etmez; zira Remzi, köşkteki bahçıvanın oğludur ve kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin Meliha’nın sınıfsal hiyerarşisinde eşit konumda olamayacaktır.   Hayatının en büyük travması   Çocukluğundan bu yana Meliha’ya âşık olan Remzi için ise, Celaleddin hayatının en büyük travmasının müsebbibidir. Köşkün bahçesinde Meliha’yı hayranlıkla izlediği bir gün, at üzerindeki Celaleddin tarafından görülür ve onun kırbacından kaçmak durumunda kalır. Remzi, işte tam da o anda mücadele alanını belirler: “Benim o anki alçaklığım, nefretimi zehirledi ve yine o an aldığım yara, dünyanın bütün zayıflarının, aşağılanmışlarının canını yakan, onları ısıran sefaleti benim için anlaşılır hale getirdi. Sonra, zorlu hayatım boyunca, her gün Celaleddinlerle karşılaştım. Celaleddinler, tahkirin kırbacını sürekli başımızın üzerinde salladılar ve biz onların önünden kaçtık. Bu rezillerin içimizde biriktirdiği zehir ve nefret bir gün patladığında, dünya işte o zaman temellerinden sarsılacak.”   Ermeni olması yeter de artar bile   Baştabip Remzi için askerî başarılar dahil her şey, kendi deyişiyle “Biraz altın tozu, başka da hiçbir şey”dir. Benimsediği hayat anlayışına uygun olarak, tam da o günlerde aynı hastanede görev yapan ve ailesi Kayseri’den dönülmez tehcir yollarına çıkarılıp yok edilen Ermeni tabibin derdine ortak olmaya çalışır. Meliha Nuri Hanım’ın Ermeni tabibe yaklaşımı ise katışıksız bir nefret ve düşmanlık üzerine kuruludur. Tabibin bu nefretin öznesi olmayı gerektirecek hiçbir eylemi yoktur; Ermeni olması, yeter de artar bile…   ‘Felaket’ten uyanmaya doğru bir yol   Tam da bu noktada, kitabı doğrudan Ermeniceden çeviren ve esere kapsamlı bir sonsöz yazan Mehmet Fatih Uslu’nun domino etkisini tarif eden saptamasına bakmakta yarar var:  “Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım örneğinde Felaket’in sebebine ve Felaket’ten uyanmaya doğru bir yol da tarif eder gibidir. Öyle ki, aslında Meliha Nuri Hanım’ın, Remzi’ye değer vermeyi bilse, Ermeni doktora olan nefretindeki körlüğü de görebileceğini; Ermeni doktora duyduğu nefretin temelsizliği üzerine gerçekten düşünebilse, Remzi’nin Celaleddin’den çok daha değerli biri olduğunu anlayabileceğini; Celaleddin’in sınıfına ve kudretine olan bilinçli ya da bilinçsiz aitliğini yenebilse, kendi iç sıkıntılarını ve çelişkilerini boşa düşürebileceğini hissederiz.”   Bir olasılık mümkündür ama hep olasılık olarak kalır   Ama Meliha Nuri Hanım, hayatını kökünden değiştirecek ve anlamlı kılacak bu adımı bir türlü atamaz, o eşiği hiç geçemez. Çemberin dışına çıkmayı başaramadığı, buna yeltenecek güç ve cesareti kendinde bulamadığı noktada da bir ömür, aynı fasit dairede dönenmeye mahkûm olur. Dolayısıyla Zabel’in gösterdiği ve Remzi’yle simgeleşen anahtar, bir türlü o kalp ve vicdan deliğine sokulup çevrilmediğinden, aslında sadece kilidin nerede olduğunu göstermekle kalır. Remzi’nin neden Ermeni tabibin yanında yer aldığını buradan anlarız da, Meliha Nuri Hanım hep bir miktar anlaşılmaz kalır. Aslında pek çok yerde Meliha Nuri Hanım’ın sorgulayıcı zihni ve o incelikli kalbiyle bu mesnetsiz nefretten arınmasını bekleriz. Bir olasılık olarak mümkündür bu, ama hep olasılık olarak kalır. Zira kendi varlığını yerle yeksan edecek böyle bir farkındalık için gereken cesareti bulamaz Meliha.   Yüzleşme imkanı   “Ermeni tabip yaptı ameliyatı. Belli mi olur, belki dikkatsiz davranmıştır” der. Aldığı yanıt yine bir yüzleşme imkânı sunar, ama Meliha bunu da görmezden gelecektir: “Remzi adımlarını hızlandırmıştı ama durdu: Sabah saat beşten gece yarısına kadar aralıksız çalıştı, dedi azarlayan ve gücenmiş bir sesle. Ve bu halde üç aydan beridir burada. Dahası iki gün önce genç karısının ve yaşlı ana babasının sürgün yolunda iz bırakmadan yok olduğunu öğrendi.”   Yoksa siz Ermenilerden nefret etmiyor musunuz?   Sade bir söylem çözümlemesi, bu nefretin meşruiyetini, egemen ve üstün olma kibrinden aldığını anlamaya yeter: “Geçen gün, ameliyathanede Ermeni tabip bile bir dikkatsizliğim için beni ikaza cüret etti. Nefret ediyorum bu devlet düşmanlarından. Yoksa siz Ermenilerden nefret etmiyor musunuz?” diye sorar Meliha, Remzi’ye. Oysa hemşire olan kendisidir, tabip haklı olarak kendisini uyarmıştır. Ama Meliha için o sadece Ermeni’dir ve bir Ermeni haddini bilmelidir.   Ortak çaresizlik hali    Sadece tek bir an eşitlenmelerine izin verir, o da olağanüstü koşulların dayattığı ortak çaresizlik halidir: “Yaralı arabaları namütenahi kuyruklar halinde kapımızın önünde duruyor ve yüklerini boşaltıyorlardı. Artık onlara en basit ihtimamı bile gösteremiyorduk. Tüm çalışanlar ayaktaydılar ve aceleyle birbirlerine yardım ediyorlardı. Bir müddet Ermeni tabiple çalıştım. O, kana bulanmış yaralı ete yapışmış giysi parçalarını çıkarırken, gözlerimiz aynı samimi hüznün içinde birbiriyle buluştu.”   Kadınları ya arzularla ya da bırakıp giderler   Zabel, bir ‘dava romanı’ kolaycılığına gönül indirmemiş. ‘Katil Türkler, kurban Ermeniler’ klişesinin kolaycılığına sığınmadan, insanı olanca karmaşıklığı ve çelişkileri içinde okura sunuyor. Dolayısıyla yazarın bizatihi ataerkiyle ve iktidarla derdi olduğu aşikârdır. Zaten, Zabel’in bütün eserleri ve kendi hayat hikâyesi, feminist okuma aracılığıyla ele alındığında bize son derece çarpıcı bir tablo sunar. Pek çok farklı örnekte, Meliha’yı kadın kimliğinin imkân ve açmazları ile de yüzleştiren Zabel, Meliha’nın çıkmazını da çözüm yolunu da yine onun ağzından birkaç cümleyle özetler: “Kendimizi sahiden hür addedebilmek için, saadetimizi şahsi kuvvetimizle ve kaynağı bizde olan vasıtalarla aramış olmamız icap eder. Kendi başımıza biz neyiz ki? Kadınları ya arzularlar ya da bırakıp giderler… Ve iki halde de kadınlar, meçhul köleler! Başımızda bir adam olmayınca, sahipsiz köpek gibi biçare ve şaşkın kalıyoruz ve ona buna sürtünüyoruz ki eninde sonunda bir sahip bulalım.”   Azalarak çoğalırsın bir ömür boyu   Zabel, Meliha Hanım aracılığıyla muktedire meydan okur. Ve o ses, artık duymazlıktan gelinemez; zira hepimize emanet edilmiştir… Bakmayın siz öyle ‘Diaspora Ermenileri’ diye bir öcüden bahsedildiğine. Onların hepsi Türkiye Ermenilerinin yurtdışında hayat kurmuş akrabalarıdır, kadim Anadolu halkının dağılmış evlatlarıdır. Zaten Ermenilik ile Ermenicenin ilişkisi, tıpkı tarihin dayattığı o savrulmuşluğun kendisi gibi karmaşık. Dünyaya adeta yerleşik olmak için gelmiş bir halkın sürekli olarak göçlerle sınanması nasıl bir talihin cilvesidir bilinmez, ama her eklemlenen ülke ve kaybedilen memleket, önce dilde karşılığını bulur. Bulur ve kaybedersin, azalarak çoğalırsın bir ömür boyu.    Bellek: Sürdün edilemeyeceğin tek yurdun   Bizimki gibi tarihi tersten anlatılmış coğrafyalarda, ders kitaplarının örttüğünü romanlar, anı kitapları açar. O yüzden edebiyat gayrı resmi tarih kaydı olarak, insandan insana bir ses, bir soluk olarak bambaşka anlamlar kuşanır. Ve bellek, sürgün edilemeyeceğin tek yurdun olarak kalır. Sana seni anımsatır.