Erkeğin Küçük Devleti: Aile 2021-01-01 09:06:13   “Jineoloji bilinci ile kadın artık yabancılaştırıldığı varlık tanımına tekrar ulaşıp geliştirdiği her türden ilişkide kendi özgürlüğünü korumalıdır. Bizi Ninhursag’tan, varlığımızın hatta bir ruh taşıyıp taşımadığımıza dair tartışılan noktaya getiren neydi ve kimlerdi? Buna dair analizlerle ilişkilere yeni derinlikler kazandırılmalıdır.”   Dilan Geyik    Resmi Uygarlık tarihinden bu yana iktidar gelişiminde ve üretiminde erkeğin başat rol oynadığını, tarihsel bulgulardan ve günümüzde gelişen her türden pratikte anlamak mümkün. Böyle bir inşa için ana tanrıça modelinin alaşağı edilmesi, öncülüğünün kırılması ve yok edilmesi gerekliydi. Yani, ‘‘Uygarlık tarihi aynı zamanda kadının kaybedişinin ve kayboluşunun tarihidir.’’ Bu sebeple bu tarihsel süreci izleyebilmek sadece kadın bilincine dönük değil tüm toplumsal sorunların, sınıf çelişkilerinin, sömürü ve iktidar biçimlenişlerinin kök hücresini anlamamızı sağlayacaktır.     Ataerkil aile kurumunun kadını sömürge haline getiren ve sömürü sistemlerinin devamlılığı açısından atılan ilk adımlardan biri olduğunu, devlet ve iktidarların aile içindeki ‘‘baba’’ figürüyle kendi otoritelerinin bir prototipini inşa ettiğini anlamaya başlamak bize gerekli değişimin ipuçlarını gösterir. Bu kurum köleliğin sadece maddi emek üzerinde kurulmadığını öncelikle zihniyet ve duyguların ideolojik bir aşamadan geçip üzerine gelişip inşa edildiğini kanıtlar niteliktedir. Aile ‘‘küçük devlet’’ misyonu ile bağımlılık ve kölelik halini empoze ederken bir yandan da bu mirası sürdürecek ucuz işçiler, ücretsiz ev işçileri, ‘‘soy sürdürme araçları’’ yetiştirecektir. Kadınların özgürlüğüne, özgür eş yaşamın önüne ket vuran bu kurumun çözümlenmesinin gerekliliği açıktır. "Eşitlik, özgürlük, demokrasi, sosyalizm gibi adı çokça geçen sözcüklere hayal kırıklığı yaratmayacak gerçeklikler yüklemek istiyorsak, kadın etrafında örülen ve toplum-doğa ilişkisi kadar eski olan ilişkiler ağını çözmek ve parçalamak zorundayız." Ataerkil aile kurgusu bu anlamda bir ideolojiyi temsil eder. Devletin bir iktidarı vardır, ailenin ise babası. İktidarın yardımcıları ve askerleri vardır, babanınsa çocukları ve karısı. Devlet kendini askeri politikayla güvende hisseder, baba ise -mümkünse erkek olan- çok çocukla. Birbirini besleyen ve bu kadar iç içe geçmiş olan bu çarkın sorunsuz işleyişini özel alan ve kamusal alan olarak keskin hatlara ayıran erkek kurnazlığı, ölümleri katliamları meşrulaştıran ideolojik bir aygıta dönüşmüştür.   Karılaştırılmış toplum   Bu kurguların, temelde kadın erkek ve aile ilişkilerinin ‘‘özel alan’’ olarak tanımlamasıyla birlikte, kendini güvence altına aldığını söylemek yanlış olmaz. ‘‘Uygarlığın en büyük ikiyüzlülüğü bu evrensel ilişkiyi sadece çok mahrem ve ikili bir tekil olgu saymasıdır.’’ Gerçeğin üzerini örtmek için ‘‘karı koca arasına girilmez’’i kullanmak tıpkı sömürü sistemlerinin kendi kurumları içerisinde uyguladıkları tahakküm zincirinin sorgulanamaz bütünlüğünü koruması gibidir. Bu sebeple ‘‘özel alan’’ olarak tanımlanan her alan tartışmaya ve dışarıya kapalıdır. Bir devlet kendi halkına katliam yaptığında ‘‘bu benim iç işlerimdir’’ derken bir erkeğin karısına şiddet uyguladığında ‘‘bu benim aile içi meselemdir’’ demesi iki alanın birbirini ne denli beslediğinin göstergesidir. Özel alan mantığı çerçevesinde uygulanan şiddetten nasibini almış, kimi köleliğe ikna olmuş ve düşkünlüğü kabul etmiş kadın ve ‘‘karılaştırılmış’’ toplumun mutlak köleliğinin, durum karşısındaki erkek ve ‘‘kocalaştırılmış’’ toplumun mutlak egemenliğinin nasıl bütüncül olduğunu görmekteyiz. İçine sinmiş, metalaştırılmış, siyasetsiz, ekonomisiz ve savunmasız kılınmış kadın hem baba evinde hem koca evinde mülteci statüsü ile ‘‘karılaştırılmış toplum’’ gerçekliğiyle örtüşür. Kadını ve emeğini gasp eden sözde işin sürücü öznelerinden biri olan ama kadını sömürmeye başladığı andan itibaren kendisinin de sömürülen bir nesne olduğunu fark edemeyen erkek ise ‘‘kocalaştırılmış toplum’’ gerçekliğini karşılar. "Kadınlar için ulus olmamış en eski sömürge demek en doğrusudur." Tüm bunlar dışında eve hapsedilmiş kadına "nüfus fabrikası" işlevinden öte türlü liberal süslemelerle yeni görevler üstlemiş, köleliği ve düşkünlüğü daha derin istismar araçlarına dönüştürmüştür. Hem kariyer yapan hem de ulus devlete yeni işçiler, askerler yetiştiren kadının her geçen gün daha da ağırlaşan ve derinleşen tecavüz edilen bir nesne olduğu gerçekliğini kim inkâr edebilir? Kadına ekonomide yer açma çabası kadın mücadelesi için sağlanması istense de kapitalist modernite bunu yeni bir pazar olarak kozmetikte, fuhuş ve porno reklamcılığı ile kullandı. Böylesi birbirini yutan bu sistemi parçalamaya çalışmak güç olsa da bunu sağlamalıyız.   Aşkın ve sevginin gerçekçi olmadığını   Uzun zaman önce kadının etrafında şekillenen toplumsallık ve klan aile döneminden bugüne baktığımızda; toplumdan koparılmış, uzaklaştırılmış, yalnızlaştırılmış iki bireyin sistem içerisinde artık kendilerinden başka kimselerinin olmadığını görüyoruz. Ve bu bunalımlı halin yaşamı anlamlandırmak adına mutluluk ve özgürlük arayışlarıyla tümüyle cinsellik ve sözde aşk ilişkileriyle bütünleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ayrıca ilişkide tuzu biberi diyerek meşrulaştırılan tartışmaları kanıksayan kadını, sindirmenin ilk evrelerinden sonraki süreçte zamanla karşı koyamayacağı, kabullenebileceği noktaya getiren bir hal aldığını da biliyoruz. Televizyonlarda gördüğü, öğretilmiş olduğu, en az Yeşilçam filmlerindeki kadar birbirine aşık olduğunu ve sevdiğini düşünmesi bunun sonucunda oluşan evliliğin ve gerçekleştirenlerin birbirine bağlılığı o kadar güçlü olmalı ki tüm sistem zorunluluklarına baskılarına göğüs gerebilsin, içteki çekirdekten dışa doğru sistem kendini koruyabilsin. Ancak böyle bir aşkın ve sevginin gerçekçi olmadığını ideal ilişki düzeyinin evlilik ya da aile kurarak gerçekleşmediğini, ‘‘resmi eşlilikten ziyade doğal eşliliğin önemli olduğunu’’ boşanma oranlarından görmek mümkün.    Çocuk yalnızca bir kadının çocuğu değil toplumun çocuğu olur   Ataerkil aile yapısı eskiden beri varmış ve en ideal, en gelişkin kadın erkek ilişkisi yüzyıllardır buymuşçasına düşündürtse de günümüzde halen varlığını sürdüren kadın öncülüğü ağırlıklı klan aile tipi mevcut. Erkeği evin direği yapmadan önce kadın erkek birlikteliğinin birbirinden farklı modellerini bugün Çin’de Mosuo’larda, Sumatra’da Minangkabau’larda görmekteyiz. Bu gibi toplumlarda soy anneden geçtiği için biyolojik babalığı bilmez ve önemsemezler. Çocuklar kendi annelerini bilselerde annesinin kız kardeşine de anne derler. Bu açıdan çocuk yalnızca bir kadının çocuğu değil toplumun çocuğu olur. Anne yalnızca bir çocuğun annesi değildir. Toplum anlayışından kaynaklı ortak çocuk ve ortak annelik geliştiği için günümüzde yaşanan ikili ilişkilerdeki gibi tek bir kadın çocuğun her şeyinden sorumlu değildir. Bunun sonucunda da varı yoğu çocuklarına bakmak olan kadından ziyade, toplumdan ve özgürlük alanlarından kopmayan her zaman öteki ve ayıp gösterilen faaliyet alanlarının da oluşması gerektiğini açığa çıkaran kadın figürü gelişir.   Böylelikle evlilik her şeyin merkezindeymiş ve her şeyin öncesindeymiş yaşam bunun etrafında şekilleniyormuş gibi ilişkiler gelişmediği için, günümüzde iki insanın topluma yabancılaşmış tamamen birbirlerine dönük aşırı bağımlı ve krizli ilişki tarzı da yaşanmamış olur. Tek tanrılı dinler, sanayileşme, sömürgecilikle birlikte kendi varlığını koruyan bu topluluklar bize tüm bunlara rağmen başka bir yaşamın da var olabileceğini kanıtlamaktadır. Yalnızlaştırılan bireylere etki edebilmek daha kolay olduğundan toplumdan koparılmış, aileyi kadın erkek ilişkisini sınırsız özel alan tanımlaması ile kabul etmiş mutsuz ilişki ve kişileri arıyorsak fazla uzaklaşmadan etrafımıza bakmak yeterlidir.    Bu anlayış sadece tüketmeye iter   Aileye ilişkin olarak ortaya çıkan yeni arayışların olduğunu evlilik dışı birlikte yaşamaların çoğaldığını görsek de bunun sahici bir çözüm olmadığını ilişki biçimlenişlerini değiştirerek arada gelişmeye devam eden hiyerarşiyi yok edemediğimizi bilmemiz gerekli. Çoğu insan toplumun ve sistemin dayattığı annelik, karılık, kocalık rollerini kabul etmedikleri için bir çıkış noktası arasalar da bu rollerden kolay kolay sıyrılamayacağı açıktır. Hala çoğu kadın evlilik kurumuna karşı olsa da bir erkekle birlikteliğinde geleneksel kodlamarın çıkmazında kalıyor. Aynı durum erkek için de geçerlidir. Tüm bunlar bize ailenin ve eş yaşam anlayışının bir dönüşüm gerçekleşmesi gerekliliğini vurguluyor. Bu dönüşüm şu an yaşanılanın bir çeşidi olmadan, etik ve estetik değerlere dayalı, toplumsal ilişkilerden koparılmamış kişiler etrafında şekillenecektir. Kadın ve erkeği birbirinin sahibi yapan kendilerine mahkûm eden ilişki tarzında, tek sorunları birbirine duydukları aşk etrafında gelişen anlayışta ne kişi kendini var edebilir ne de kendi dışında bir şeyi. Bu anlayış sadece tüketmeye iter. İdealinde iki insan birbirine ait değildir ama ‘‘aşk ve toplumsallık birbirinden koparılamayacak kadar iç içedir’’.    Özgür eş yaşam temelinde oluşturulmuş   Jineoloji bilinci ile kadın artık yabancılaştırıldığı varlık tanımına tekrar ulaşıp geliştirdiği her türden ilişkide kendi özgürlüğünü korumalıdır. Bizi Ninhursag’tan, varlığımızın hatta bir ruh taşıyıp taşımadığımıza dair tartışılan noktaya getiren neydi ve kimlerdi? Buna dair analizlerle ilişkilere yeni derinlikler kazandırılmalıdır. Bu derinlik, bireyci, mülkiyetçi düşüncelerinden soyunmuş, hakikatin anlam kazanıp yaşamın her alanında dile geldiği, özgürlük arayışına yoldaş olan, ilişkisini toplumla birlikte var edebilen anlayışla, özgürleşen kadınla birlikte gerçekleşen, özgür eş yaşam temelinde oluşturulmuş, özgür toplum ile mümkün olabileceğini bir kez daha kanıtlamaktadır.