Eko-kırım açlık, susuzluk ve kadın kırımı demek

  • 09:05 12 Ekim 2023
  • Ekoloji
 
Melike Aydın
 
MUĞLA - Türkiye ve Kurdistan’da eko-kırımın açlık, susuzluk, şiddet ve kadın kırımı anlamına geldiğini belirten Ekolojist Emet Değirmenci, yerel yönetimlerde doğrudan yönetim modelleriyle ekolojik bir yaşamın örülebileceğine işaret etti. 
 
AKP iktidarının Kurdistan’daki ekolojik yıkım politikaları devam ediyor. Ekolojist Emet Değirmenci, iktidarın politikalarını ve buna karşı tedbirleri, tepkileri değerlendirdi.  
 
‘Ekokırım Türkiye ve Kürdistan’a yansıdı ancak yeterli tepki yok’
 
İnsan dâhil canlıların yaşam alanlarının ölümcül düzeyde can çekişmesi ya da yok olması anlamına gelen ekokırımın yaşandığı çağımıza “antroposen” ya da ‘insan eliyle katliam çağı’ dediklerini ifade eden Emet, bunun Türkiye’ye de yansıdığını ifade etti. Avrupa ve ABD odaklı, son yıllarda Çin’in de eklendiği politikalarla madencilik çimento, kağıt tekstil gibi sanayinin Türkiye’ye kaydırılması sonucu yaşam alanlarına hammadde kaynağı olarak bakılmaya başlandığını belirten Emet, “Tabi ki bu Kürt bölgesinde çok daha vahim düzeyde. Ben Akbelen’e yakınım. Buralarda çıkan ses oralarda eksik kalıyor. Cudi’deki ağaç katliamı aynı zamanda Akbelen İkizköy’deki ormanların yok edilmesi kadar önemli. Aynı hassasiyette tepki gösterilmesi gerekiyor. Ama ne yazık ki yürütülen politikalar sonucu aynı tepkiye ulaşamadığını görüyoruz” şeklinde konuştu. 
 
Yanlış su politikaları su krizine, kuraklığa ve açlığa neden olacak
 
İnsan merkezli, doğal kaynaklara hammadde olarak bakılmasının sonucunda her yerde susuzluğun baş gösterdiğini kaydeden Emet, nehirleri birçok ülkeye göre çok olmasına rağmen su politikalarının yanlış yürütülmesi, sulu tarımın teşvik edilmesinin Türkiye’nin kuraklıkla yüz yüze kalmasını getireceğini ifade etti. Kurak bölgede yetişen, önceden yetiştirilen ve beslenmeye katkısı olan ürünler yetiştirilmesi gerektiğini dile getiren Emet, şöyle dedi: “Mesela Karadeniz’de kuru tarımla yetişen darı, evladiyelik tohumlardan elde edilen hububat vardı. Urfa çok fazla sulamadan dolayı kuraklıkla yüz yüze olabilir. Sadece kuraklıktan değil suyun özenli kullanılmaması, su politikalarından dolayı ekokırım bizi kuraklığa götürüyor, kuraklık da açlığa götürecek demektir. Eskiden kendi kendine yeterli olan bir ülke şu anada buğdayı, samanı dışardan alır duruma geldi. Pandemiden sonra ülkeler kendilerini beslenmeye odaklanırken biz domatesten elmaya kadar dışardan alır hale geldik. Açlık kapımızdan içeri girmiş durumda.” 
 
‘Ekokırım kadın kırımını getirecek’
 
Ekonomik kriz nedeniyle yurttaşların yeteri kadar beslenmediğini, gizli açlığın daha da büyüdüğünü belirten Emet, bunların da toplumda şiddeti artıracağını ifade etti. Bunun bazı bölgelerde ortaya çıkmaya başladığını belirten Emet, “Ben eko-feminist olarak toplumsal cinsiyeti de önemsiyorum. Kırılgan düzeydeki insanlar deniyor, biz kadınlar olarak kırılgan değiliz, kırılmıyoruz. Ekoside-genosite diye Avrupa’da birbirine bağlandı. Bir kadın kırımı var ülkede. Kıtlık, susuzluk, yeterli besine ulaşamama kadınların erkeklere göre daha çok gündeminde. Sofraya bulup buluşturup katık sağlaması beklenen kadın. Bunun sağlanmaması ev içi şiddeti büyütüyor. Ev toplumun en küçük parçası olduğuna göre bu topluma da yansıyacak” sözleri ile eko-kırımın kadına yönelik şiddeti arttıracağının altını çizdi. 
 
‘Yerellerde oluşturulan doğrudan demokrasi örnekleri çözümün parçası olabilir’
 
Öz yönetimin, insanların kendisinin özne olup yurttaşlık haklarına sahip çıkmasının önemli olduğunu ifade eden Emet, yerelde çok şeyin yapılabileceğini dile getirdi. Mahallelerde, apartmanlarda agroekoloji, perma kültürün konuşulabilmesi gerektiğini ifade eden Emet, devamla “Saksımızda yetiştireceğimiz küçük bir domates bile toprağı anlamamızda, toprağı çocuklarımıza anlatmamızda önemli. Küçük bahçeler, balkon, çatı bahçeleri, parklarda yapacağımız toplanma alanları ile bu gerginliği zayıflatabilecek kamusal alanlar yaratabiliriz. Kısacası kendi sorunlarımıza sahip çıkıp yurttaşlık bilinciyle doğrudan demokrasi oturtulabildiği pratiklerinin yapılabildiği alanlar oluşturmalıyız. Dışardan çözüm beklemek şikayet ermek yerine kendi çözümlerimizi üretmeliyiz. Bunlar çok küçük adımlar gibi görünebilir ama Latin Amerika’da bizden daha gergin durumlar yaşayan Bolivya, Kolombiya’da çok güzel kooperatif yaşam örnekleri oluşturmuşlar” dedi.
 
Ekoloji direnişleri çoğaltılmalı, eko-kırım suç sayılmalı
 
Yerellerden merkezi yönetime götürülebilecek çözümler üzerine somut gerçekçi adımların atılabileceğini ifade eden Emet, şunları ifade etti: “Bir bölgenin madene açılmasında Çevre Etki Değerlendirme kararlarının kaldırılması yolunda çaba sarf ediliyor. ÇED raporlarının yurttaş bilincinin olduğu yerlerde geri tepmesi söz konusu. Bunlar çoğalmalı. Çoğu illerde Artvin’de mesela yüzde 70’e varan, Muğla’da yüzde 60 maden alanına verilme tehlikesi var. Kürt bölgesinde zaman zaman kısa dönemler ziyaret ettiğim alanlar hem kişisel düzeyde hem aile gibi küçük yaşam birimlerinde tüketim alışkanlıklarının ekolojik olmasına önem veriyorum. Kapitalizm ‘kirleten ödesin, karbon ekonomisi yaratalım’ diyor. Küresel iklim sorunlarına kapitalizm kendine göre ‘yeşil badana’ çözümleri üretiyor. Bunların hiçbiri çözüm oluşturmuyor. Her yıl yapılan iklim zirvelerinin işe yaramadığını görüyoruz. O halde yerel yönetimler, eko-kırım suçlarının suç olarak anayasada yer almasını çok önem verilmeli.” 
 
‘Barış olmadan hiçbir canlı habitatını koruyamayız’
 
Savaşın kendisinin bir eko-kırım olduğunu, travmasının kuşaktan kuşağa geçtiğini dile getiren Emet, “Yeryüzünde havada suda yaratılan eko-kırıma değil canlıların ruhlarında bedensel bütünlüklerinin yok edilmesine de karşı çıkmamız gerekiyor. Doğanın korunması ancak barış ortamlarında olabiliyor. Hatta çevre hareketinin çıktığı 60’larda buna fakirlerin hareketi denmiş. Çünkü zenginlerin bir şekilde alım gücü ile kendini kıtlıktan soğuktan, koruması, iklimin kaynamasında koruması daha olası. Aynı gökyüzü altında yaşasak da sınıfsal farklılıklarımız etnik, kimliklerimiz Türkiye’nin Kürt bölgesinin atıl bırakılması gibi savaşın her an tetikte tutulması gibi, gerginliğin sürekli gündemde tutulması gibi, bunlara karşı çıkmalıyız. Barış ortamı olmadan hiçbir canlı habitatını koruyamayız” şeklinde konuştu. 
 
‘Savaş en çok kadını ve doğayı yok ediyor’
 
Ülke sınırı içinde olmasa da savaş ve savaş durumunun erkek egemen toplum tarafından önce kadınların bedensel bütünlüğüne saldırıyla gerçekleştiğini ifade eden Emet, “Çünkü savaş öncelikle kadınların döl yatağında, gelecek nesillerin kirletilmesi, kadınlara tecavüz, taciz edilerek bedensel ve ruhsal bütünlüklerinin yok edilmesi ile oluyor. Savaş kadınlara erkeklerden çok daha fazla etki ediyor. Kadın eşittir doğa ana diyerek biyolojik determinist açıdan bakmıyorum. Ama toplayıcı toplumlardan bugüne dek bir brikimi var kadınların. Bir savaş olduğunda toplumunun beslenemeyeceğini biliyor. Savaşlara ve eko-kırım suçlarına en önde kadınlar karşı çıktı. Kadınlar ekmek teknesinin boş olacağını erkeklere göre çok daha önceden öngördükleri için kadınları direkt ilgilendiriyor”  değerlendirmesi yaptı. 
 
‘İnsan merkezci, hiyerarşik erkek egemenliğinin dışına çıkılmalı’
 
Dünyada araştırmacıların eko-kırımı soykırım ile eşitlediğini, hiyerarşik yapılanmış erkek egemen toplumun tahakküm kurarak taciz ederek kendisini hakim kılmaya çalıştığını dile getiren Emet, “İnsan  merkezliliğinin dışına çıkmalıyız. Diğer canlıların yok olması bizim de yok olmamız demek. Ormanların yok edilmesi insanların yaşayamaz hale gelmesi demek. Büyük kentlere göç daha fazla sorun yaratıyor. İnsanların yerelde ürettiği çözümler yok ediliyor” dedi. 
 
‘Eko-kırım suç sayılmalı’
 
Eko-kırımın susuzluk, açlık ve şiddet olarak yansıyacağını ifade eden Emet, hükümet politikalarının doğal alanların pervasızca, hatta dış sermayeye peşkeş çekmesi ile sorunların artacağını ifade etti. Emet, son olarak şöyle dedi: “Öte yandan bireysel ve toplumsal anlamda büyüme ekonomisi değil yetinme, ekosistemi koruyacak ekonomik politikalara geçmedikçe eko-kırımın önüne geçemeyiz. Hukukçular uğraşıyor, Türkiye’de eko-kırımın bir an önce suç sayılması, eko-kırım suçlarının dünyadakiyle aynı düzeyde cezalandırılmasını savunuyorum.”