8 Mart’a doğru kadınlar anlatıyor… (2)

  • 09:01 1 Mart 2021
  • Dosya
 
Kürt, Alevi ve KHK’li Songül’ün ilk başkaldırısı
 
Sevim Sütçü
 
ANKARA - KHK ile ihraç edilen Songül Kantar, kadın, Kürt, Alevi kimlikleri ile hedef alınıyor. Çocukluğunda büyük bir koşucu olmanın yanında memur olmayı da hayal ettiğini söyleyen Songül, sebebini ise şöyle açıklıyor: “Bir devlet dairesinde söz sahibi olursam insanlara yardımcı olurum, köyümü değiştiririm, dünyayı değiştirim diye düşündüm ama değiştiremedim. Keşke devlet memuru olmayı kafamda bu kadar sabitleştirmeseydim, keşke başka şeyler yapsaydım…”
 
Bu topraklarda ayrımcılık yapmayıp ayrımcılığa maruz kalan, haksızlık etmeyip ama haksızlığa maruz kalan 46 yaşında Songül Kantar’ın hikayesidir bu. Songül, her türlü asimilasyon politikasının uygulandığı bölgenin Alevi nüfusunun yoğun olduğu kentlerden biri olan Malatya’da doğuyor. Songül daha 7 yaşındayken şiddet ile dilinden, kültüründen daha sonra da hayallerinden koparılıyor. Önce dili, kimliği, hayali çalınıyor, sonra da işi çalınıyor Songül’ün. Sendikal mücadelede aktif rol alan ve 2016 yılında çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Mamak Belediyesi’ndeki 18 yıllık devlet memurluğu görevinden bir gecede ihraç edilen Songül, sonraki süreçte de mücadelesini bırakmıyor.
 
Songül, toplum tarafından dayatılan normları kabul etmese de “küçük devlet” işlevini gören aile tarafından nasıl şekillendiğini ve erkek egemen bir toplumda büyüdüğünü anlatıyor.
 
“Malatya’nın kırsal bir köyünde dünyaya geldim. Alevi bir ailenin çocuğu olarak doğdum ve köyümüz bugünkü gibi modern bir köy değildi. Sıkıntılı zamanlardı. Kırsal olması zorlukları beraberinde getiriyordu. Yol yoktu, iletişim yoktu, okul yoktu ve bir sürü sorun vardı. Kadınlar Türkiye’de her zaman ikinci sınıf insandı, bir de çocukluğumuzda Sezen Aksu'nun ‘Ünzile’ parçası ile aslında çoğumuz ayrı ayrı yaşadık. Daha küçük bir kız çocuksun ‘Aman şöyle yapma, aman böyle yapma, kız çocuğusun’; sonra biraz büyüyorsun ‘Oranı, buranı ört, kızlar oraya gitmez, kızlar şöyle konuşmaz, kızlar böyle yapmaz’ diye şekillere sokmaya çalışan, erkek egemen ve baskıcı bir toplumda büyüdüm. Benim doğduğum köyde okul olmadığı için beni yatılı okula verdiler ve ben okula ilk başladığım gün annemin bana verdiği ilk öğüt ‘Erkeklerden uzak dur, erkeklerle konuşma, erkeklerle oynama’ şeklinde oldu.”
 
‘Türkçe bilmiyorsan, dil bilmiyorsun demekti’
 
Songül, çocukken yaşadığı sıkıntıları hiç unutmamış ve anadilinin yasaklı olmasının onda yarattığı acı, sızı içine öyle işlemiş ki gözleri doluyor ve o anları hatırlamak bile aynı acıyı yaşatıyor sanki. Aslında ona bu kadar dokunan da belki sadece anadilinin inkar edilmesi değildi, onun dilini oluşturan kültürel yaşanmışlıkları, kısacası onun hayatını, yani devlet onu varlığını inkar etmişti. 
 
“Malatya’nı Pütürge Yatılı Bölgeler Okulunda 8 yıl okudum. Biz o okulda okurken çok sıkıntılar yaşadık. Orada çok aç kaldık, zaman zaman arkadaşlarımız gidip fırından ekmek çalarlardı. Tabi yakalanınca çok dayak yerlerdi. Gerçi çalmak mıydı yoksa bizden çalınanı geri almak mıydı, diye şimdi düşünüyorum.. Diğer yaşadığım sıkıntılardan biri de ulaşımdı. Arguvan’dan Pütürge’ye yürüyerek gidip geliyorduk. Yani 7 ile 8 yaşındaki bir çocuğun bir günde 6-7 saat yürümesi çok sıkıntılı ve normal bir şey değildi. Ben okula başladığımda tek bir kelime Türkçe bilmiyordum. Okula ilk başladığımız zamanlarda eve dönünce ‘Türkçe öğrendin mi?’ sorularını çok duyuyordum. Çünkü Türkçe biliyorsan kendini kurtarıyorsun demek ve senin konuştuğun dil, dil değildi. Biz dil bilmiyoruz, bize bunu hissettirmişlerdi. Yani anadilimiz dil sayılmıyordu. Okulda Türkçe öğrendim ve çok sıkıntılı bir süreç yaşadım. Çocukluğumda yaşadığım acılı anılarım da var. Mesela, öğretmenime tuvalete gitmek istediğimi söylemeyi beceremediğim için altıma kaçırdığım olmuştu. Türkçeyi öğrendik, okumayı söktük. Tabi böylelikle büyüklerimiz bize çok parlak bir gelecek vaat etmişlerdi. Herhangi bir yerde memur olabilirdim.”
 
Allah Türkçe mi biliyor Kürtçe mi?
 
Küçükken ailesi ile birlikte dua etmek istediklerinde ya Hızır’a ya Ali’ye seslendiklerini söylüyor ve devam ediyor çelişkilerini anlatmaya Songül: “Biz de Kürtçe ‘Xwede, ya Hızır, ya Ali aliye meke’ diye dua ederdik. Bir keresinde de Türkçeyi öğrenmiş sömestr tatilinde eve gelmiştim, babama şunu sormuştum: ‘Baba Allah Türkçe mi biliyor yoksa Kürtçe mi, duayı hangi dilde anlar?’ Böyle anılarım oldu. Tabi bu zorluklar hepsi bir tarafta benim ilkokulda eğitimde yaşadığım anadil zorlukları da bir tarafa... İlk zamanlarda okula gittiğimde sağır dilsiz gibi hissediyordum kendimi, hiçbir şey anlamıyordum, Türkçe konuşamıyorum, hatta masaya oturacağım, ablam bana yardımcı olmuştu. Konuşmaya utanıyordum ve ben ablamın kulağına bir şey sorup fısıldadığımda, o da o travmaları yaşadığı için bana ‘Sakın sakın benimle Kürtçe konuşma’ demişti ama ben başka bir dil bilmiyorum ve kendimi ifade de edemiyorum.”
 
Songül, dilinin inkar edilmesini kendisi üzerinde oluşan bir travma olarak değerlendiriyor ve devam ediyor o an’ı paylaşmaya.
 
“Yani dilimin yok sayılması hayatımda en çok rahatsız olduğum şey oldu. Anadilimin inkar edilmesi bende çok büyük bir travma yarattı. Öyle bir dil yokmuş muamelesi gördüm ve bu beni çok rahatsız etti. Evet, doğduğum köy Alevi köyü, Kürdüm ve dilim Kürtçe. Bunu gerek aile olsun, gerekse köylülerimiz olsun ‘Aman saklayın, söylemeyin’ diye sık sık tembihlediler ama benim itiraz ettiğim kısım oldu bu hep. Hayır, saklamayacağım, ben bir insanım. Ben Kürt olarak insanım, kadın olarak insanım, Alevi olarak insanım, KHK’lı olarak insanım. Bunların hiçbiri insanlığımıza engel değildir.”
 
Dilinin yasaklandığı bir sistemin içinde memur olduğunu ve ardından gelen ihraçla tekrar çocukluğuna döndüğünü söylüyor Songül…
 
“Bunun içinde ben sesimi çıkarabilirim, kendimi duyurabilirim. Ben yalnız değilmişim, hatta ne kadar çokmuşuz. Önceden hep yalnızlık hissediyordum, doğduğum büyüdüğüm yerden yalnızlaşma olayı vardı. Öğütlerden dolayı korkuyordum ama burada yalnız değilmişim. Sendikanın her çeşit örgütlenmesine, her çeşit çalışmasına katıldım. Sendikalarımızın kararlarıyla kendimizle ilgili yetkililere hep beraber müracaat ettik. Sokağa çıktık, toplumsal bir durum olduğunda sesimizi duyuracak, hep beraber bir destek verdik. Sendikanın kararıyla bir eylemimiz, bir hareketimiz oldu, bu da çok iyi oldu. Güzel bir dayanışmaydı ta ki ihraç olana kadar. İhraç olunca çocukluk travmasına yeniden döndüm. Yalnızım, artık herhalde sendikalı da değilim, sesimizi kimse duymuyor. Yalnızlaştırıldık. Yeniden sil baştan, tekrar tek başına her şeyi yeniden yapmam gerektiğini düşündüm.” 
 
‘En büyük hayalim tanınan bir koşucu olmaktı’
 
“Çocukken en büyük hayalim büyük ve tanınan bir koşucu olmaktı. Koşu konusunda çok başarılıydım ve koşu yarışmasını kazanmıştım" diyor Songül, ve o çocukluk hayaline dönüşünü anlatıyor: “Onun dışında şehre gitsem bir devlet kurumunda memur olursam çok güçlü olacağımı ve her yere, her şeye gücümün yeteceğini, herkese yardım edeceğimi, köyüme yol yapacağımı, iletişim, ulaşım götüreceğimi, köyümün o zor kırsal şartlarından kurtaracağımı düşünüyordum. Çocukken dünyayı değiştireceğimi düşünüyordum, yani birçok şey yapabileceğime inanıyordum, herhalde dünyam da benim köyümdü. İşte köyden büyük şehirlere gideceğim, bir devlet dairesinde söz sahibi olursam insanlara yardımcı olurum, köyümü değiştiririm, insanları değiştirim, dünyayı değiştirim diye düşündüm ama değiştiremedim… Değişmez dünya diye düşünüyorum. Ama hep beraber olursak; ben tek başına yapamam siz tek başına yapamazsınız ama biz bir olursak ancak olur. Hele hele kadının gücünün dünyayı değiştireceğini düşünüyorum. Dünyanın yükü kadının sırtında ise kadın da dünyayı değiştirebilir.”
 
Memur olacağı hayaliyle Malatya’dan Ankara’ya gelen Songül, “o hayallerin ne kadar boş olduğunu” umutsuzca dillendirdiği cümlelerle ifade ediyor. Eşiyle değil de memur olmak için Ankara’yla evlendiğini söylüyor.
 
“Benim bir diğer hayalim de Ankara’da okumak ve memur olmaktı. Çünkü Ankara memur şehriydi. Sanki sadece burada bir yerlere gelebilirim, sesimi duyurabilirim, bu da Ankara'nın başkent olmasından olsa gerek. Başkent olmasa sanki hiçbir yerde bunlar yapılamazdı gibi bir düşünce vardı. Ben küçük kırsal bir köyde hayallerimi gerçekleştiremeyeceğime göre ancak Ankara’da gerçekleştirebilirdim. Beni istemeye geldiklerinde eşim Ankaralıydı ve bu beni çok mutlu etti. Aslında ben eşimle evlenmedim,  Ankara’yla evlendim. Bir süre hayal ettim, Ankara’da imkanlar fazladır, istediğim her şeyi yapabilirim hevesiyle geldim. Ancak eşimin ailesi liseyi okumama karşı geldi ve benden beklentileri farklıydı. Onlar, bir hizmetçi istiyordu, ben de bunu kabul etmedim. Okumama çok sert tepki vermelerine rağmen bırakmadım, liseyi hemen bitirdim. Sonra işe gireceğim dedim. ‘Diploman yok’  dediler, diplomayı aldım. Bu sefer ‘Dil bilmen lazım, uzun boylu olman lazım, düzgün fiziğe sahip olman lazım’ dediler. Bu sefer de boyumdan, kadınlığımdan vuruldum. Neymiş boyum kısaymış. Bir kadın olarak bu beni çok üzdü ve beni çok incitti. Ama bugüne baktığımızda; keşke devlet memuru olmayı kafamda bu kadar sabitleştirmeseydim, keşke başka şeyler yapsaydım, daha kapsamlı şeyler de yapabilirdim…”
 
Songül içinde yaşadığı topluma karşı direnen ve eninde sonunda kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadın olarak şöyle diyor: “Aslında ilk başkaldırım aileyeydi. Çünkü aile ‘Sen okuyamasın’ demişti ama ben okudum. Çünkü ben bir insanım, kimse benim karnımı doyuramaz, ben bir kadınım, ben bir nefesim, ben kendi ellerimle kazandığım parayla ancak karnımı doyururum, kimse karnımı doyurmaz. Özellikle bu ülkede kadın olmak dünyayı sırtlamak demektir. Bütün dünya kadının sırtında sanki. Kendimi öyle hissediyorum. Her şeyden sorumlu kadındır.”
 
Memurluktan temizliğe, mevsimlik işçiliğe yolculuk
 
Songül, devam ediyor: “Ben görücü usulüyle ailenin kararıyla 16 yaşında evlendirilerek Ankara’ya geldim, çok zor şartlarda okudum. Yeter ki bir işim olsun diye 50’ye yakın sınava girdim. Kazandım ama bir gecede birileri keyfi olarak sorgusuz sualsiz beni işimden attı. Kalkıp kendi yaralarımı sarıp, iyileştirip ne yapabilirim derdine düştüm. Ekonomi konusunda çok zorluk yaşıyorum. Zaman zaman mevsimlik işler yaptım, otelde temizlik yaptım. 18 yıl masa başında çalışıyorsun sonra hizmetçilik, temizlik zor geliyor. Ankara’da iş bulamadım.  Şehir dışında Datça’ya mevsimlik işe gittim.”
 
Songül topluma yapılan adaletsizliğe karşı birlik ve beraberliğin gücüne inanarak umutla sesleniyor:
 
“Böyle sessiz kalarak her şeyi sineye çekerek, daha da tekleştirildik. Sessizlikten ve bu gaflet uykusundan uyanmamız gerekiyor. Biz varız, insanız, toplumuz, halkız, vatandaşız, dünyalıyız, yani biz varlığımızı hissettirecek bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Yeniden sokağa çıkalım, ben de bir mağdurum, mağdurlara destek verelim hem maddi hem de manevi destek vermemiz gerekiyor.”
 
Yarın: ‘Kimsenin anlatmasına gerek yok, çocuklarımdan öğrendim bu hayatı…’