İsyanı devrime dönüştüren kelebeklerin yürüyüşü (2)

  • 09:00 22 Kasım 2020
  • Dosya
Aksu Bora: 'Ev'in ve 'dışarısı'nın sınırları yirminci yüzyıldaki gibi değil 
 
Habibe Eren
 
ANKARA - Feminist hareketin hem dünyada hem Türkiye'de tek bir yol izlemediğini belirten Aksu Bora, “Hep birlikte ‘esas düşman’la savaşmak herhalde daha güçlü bir mücadele olurdu. Ama bir yandan da biliyoruz ki dünya 20. yüzyılın dünyası değil. İktidarın, iktidar mekanizmalarının çok daha dağınık, sınırları belirsiz, çok merkezli bir yapısı var. Dolayısıyla, kaçınılmaz bir biçimde, bizim hareketimiz de dağınık, sınırları belirsiz ve çok merkezli hale geliyor" diyor.
 
Tüm dünyada kadınlar cinsiyetçiliğe, eşitsizliğe, sömürüye, patriyarkaya ve kadın katliamlarına karşı sokakları terk etmiyor. Kadınların mücadelesi giderek büyürken, erkek devlet şiddeti de artış gösteriyor. 1970’lerden günümüze gelişen ve bugün adını her alanda duyuran Türkiye kadın hareketi, örgütlenmesinin yanı sıra mücadele alanını da giderek büyütüyor. 
 
 “ikinci dalga” olarak adlandırılan feminist hareket 1970’li yıllardan itibaren hem dünyada hem de Türkiye’de yasalarla kazanılan hakların toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik hayata geçmesi ve kadınların sistematik olarak maruz kaldığı şiddet, sömürüye karşı çıktı. Türkiye’deki ikinci dalga feminist hareket, Kemalizm’in otoriterliğini eleştirip hem İslamiyet hem de Kürt sorunu karşısında demokratikleşmeyi savunurken; devlet kurumlarına ve iktidar odaklarına da eleştirel yaklaşıyordu.
 
1970’lerin sonlarına doğru bir grup akademisyen kadının, BM’nin 1975’te ilan ettiği ‘kadın on yılı’nın etkisiyle kadın sorunlarını tartışmaya başlaması feminist hareketin eylemliliklerinin arttırmasını sağladı. Bağımsız feminist hareketin örgütlenmesi ise; YAZKO (Yazarlar Kooperatifi) çevresinde sistemli bir şekilde toplanmaya başlayan kadınların çabasıyla oldu. Aynı dönemde ODTÜ çevresinde de kadınlar sistematik olarak “Perşembe Grubu” adıyla toplanmaya başladı. Çankırı ilinde bir yargıcın, bir kadının kocasından gördüğü şiddet karşısında açtığı davayı, ‘Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin’ atasözünü gerekçe göstererek reddetmesi ise;  kadın hareketini sokaklara döktü. Ardından kadınlar birçok kurum çatısı altında bir araya geldi. Sempozyumlar, kampanyalar yürüyüşler düzenledi; tüm bu eylemsellikler bu süreçte kadın hareketinin ivmesini hızlandırdı.
 
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ne yaklaşırken, dosyamızın ikinci bölümünde dünden bugüne gelişim gösteren ve farklı birçok feminist akımın tartışıldığı günümüzde kadınların mücadelesini feminist yazar ve yayıncı Aksu Bora ile konuştuk. 
 
* Türkiye’de sadece 80'lerdeki mücadelelerden ibaret görmezsek, kadın hareketinin çok köklü güçlü bir tarihi var. 80 darbesinin ardından ilk kez yasal eylemi yapan da yine kadınlardı, her zaman sokağı daha fazla kullandığı ve taleplerini dile getirdi. Ama bugün çok başka bir iktidar yapısıyla karşı karşıyayız, üstelik yirmi yıla yaklaşacak. Bu sürede artan taciz, tecavüz ve kadın katliamlarına karşı kadınların argümanı ya da eylemselliğini hem geçmişe hem de bugüne bakınca nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Bugün Türkiye'de hâlâ etkin olabilen en güçlü muhalif hareketin feminist hareket olduğunu düşünüyorum. Aile içi şiddeti politik bir mesele olarak ortaya koyarak girilen yol, aradan geçen otuz beş yılda dallandı, budaklandı, genişledi. Artık cinsiyet temelli şiddetin farklı türlerini, tezahürlerini daha iyi biliyoruz, bunlarla mücadelenin farklı araçlarını geliştirdik, bu konudaki bilinç büyük bir yaygınlık kazandı. Problemin (cinsiyet temelli şiddetin) ilk başta göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu keşfettik.
 
* Kadın hareketinin kazanımlarının eşzamanlı yahut peş peşe saldırı altında olduğunu görüyoruz. Özellikle kadın katliamını artık bir kırıma dönüşmesinin altında yatan nedenleri sadece iktidarın politikaları ile sınırlandırabilir miyiz? Patriyarkal aile yapısı giderek güçleniyor mu, güçleniyorsa bunun nedeni nedir?
 
Hetero-patriarkal aile yapısı güçlenseydi, bu kadar yoğun bir şiddetle karşılaşmazdık. Tersine, bir çözülme ve değişme sürecindeyiz. Tabii ki şiddeti sadece iktidarın politikalarına bağlamak mümkün değil. Ama bu politikaların hayatlarımızı nasıl sınırlandırdığını, hukukun ortadan kaldırılmasının nasıl bir cezasızlık rejimine yol açtığını, siyasetin sınırlandırılmasının hak mücadelesini nasıl daralttığını da görmezden gelemeyiz.
 
* Dünyada ve Türkiye’de kadınlara yönelik ciddi bir saldırı söz konusu. Küresel ölçekte cinsiyetçilik, kadın karşıtlığı ve faşizm yükselişe geçerken bunun karşısında feminist hareketin mücadelesini nasıl tanımlarsınız?
 
Feminist hareket hem dünyada hem Türkiye'de tek bir yol izlemiyor. Bunun zayıflatıcı bir etkisi oluyor; özellikle hedeflerin çeşitlenmesi anlamında. Hep birlikte "esas düşman"la savaşmak herhalde daha güçlü bir mücadele olurdu. Ama bir yandan da biliyoruz ki dünya 20. yüzyılın dünyası değil. İktidarın, iktidar mekanizmalarının çok daha dağınık, sınırları belirsiz, çok merkezli bir yapısı var. Dolayısıyla, kaçınılmaz bir biçimde, bizim hareketimiz de dağınık, sınırları belirsiz ve çok merkezli hale geliyor.  
 
* Kadınların iktidarın giderek muhafazakarlaşması ile birlikte kamusal alandan dışlanması ve “eve hapsedilmek” istenmesine karşın bu süreçte kadınlar evlerde neler yaşıyor?
 
Kadınların eve hapsedilmek istendiklerini sanmıyorum. Üstelik de şimdi, hayatın eve sığdırılmaya çalışıldığı bir zamanda, hangi hayatlardan bahsedildiği bu kadar tartışma konusuyken. "Ev"in ve "dışarısı"nın sınırları yirminci yüzyıldaki gibi değil, kamusal alanın sınırları da öyle. Bence bu "eve hapsedilme" meselesini yeni sınırlar, yeni ilişki biçimleri çerçevesinde yeniden ele almak gerek.  
 
* Sol yapılar içinde kadınların kendini feminist olarak tanımlaması nasıl gerçekleşti? Feminizmin “sınıfı böldüğü” ve  “burjuva ideolojisi olduğu” klişesi bugün hala çok sıklıkla dillendiriliyor. Bu söylemlerin güncelliğini korumasının temel sebebi nedir? 
 
Bu klişenin hâlâ sıklıkla dillendirildiğinden haberim yoktu doğrusu. Biraz patetik göründü bana. Böyle bir söylem varsa, ancak üzülebiliriz onlar için. Neyse ki sol yapılar da sosyalistler de buralarda değiller artık, bunları söyleyenlerin herhangi bir etkilerinin olabileceğini sanmıyorum. İzleyebildiğim kadarıyla sınıf mücadelesi verenler, üretim ilişkilerindeki devasa değişimlerin sonuçlarını görmeye, anlamaya çalışıyorlar. İşsizlik ve iş piyasasının tamamen hukuksuz hale gelmesi, bu sonuçlar arasında. Sınıfı bölen feminizm hikayesinden daha acil ve gerçek bir mesele bu.
 
* Erkeklerin öldürme biçimlerinin giderek değişiyor, özellikle pompalı tüfek gibi savaş aletlerinin kullanımının arttığını görüyoruz. Buna, "canavarca öldürme" denilen biçim de ekleniyor. Ancak hem bir cezasızlık söz konusu hem de teşvik. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
 
Değerlendiremem. Kadın düşmanlığının bu yeni tezahürleri, öyle kolayca değerlendirilebilir şeyler değiller bana sorarsanız. Erkekler kadınları öldürmeye yeni başlamadılar ama son on yılın cinayetlerine biraz yakından baktığımızda, daha önce görmediğimiz bir şey görüyoruz ve bu yenilik kullanılan aletlerin değişiminden ibaret değil. Anlıyorum ki iç savaşın cinsiyet boyutu üzerine bir soru bu,  ama cevabı artan militarizm kadar basit bir şey değil. Ya da belki şöyle söylemeliyim; militarizmin artışı üzerine yapılmış herhangi bir çalışma bilmiyorum. Belki fazla akademik bir yaklaşım bu, olabilir; ama bir ülkenin bütün atmosferini, duygu iklimini, ilişkilerini değiştiren bir şeyden bahsediyoruz, ezbere konuşulabilecek bir şey değil.
 
* Aslında AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana takiye yapmadığı tek konu kadın meselesi oldu. Dünden beri aynı netlikle kadınlara saldırılıyor ve bunu açıkça dile getiriyor. Devlet aklının kadına yönelik saldırısı dünden bugüne içerik değiştirmemesinin nedeni nedir?
 
Ben herhangi bir konuda takiye yaptıkları kanısında değilim. Konjonktüre göre ellerindeki aletleri kullanıyorlar, konjonktüre göre bir dil tutturuyorlar. Baştan beri aileci politikalar izleyeceklerini söylediler, öyle de yapıyorlar. Ama bu politikaların içerikleri aynı değil. Tersine, zaman içinde hem çeşitlendirdiler hem bir takım dışlama mekanizmaları kurarak bazı aileleri tamamen gözden çıkardılar. Sosyal politikalara baktığımızda bunu görebiliyoruz: sosyal politikayı bir aile politikası olarak kurdular ve bu politikanın yürütücüsü de AKP teşkilatlarıydı uzun süre. Sosyal yardımlardan ve istihdam ilişkilerinden bahsediyorum. Partinin devre dışı kalmasıyla sosyal yardım ve iş bulma ilişkilerinin kesilmesi, aynı süreçte gerçekleşti, arada doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi yok ama tabii bütün siyasal, ekonomik, hukuksal değişimler, belirli bir yöne işaret ediyor. AKP seçmeninin partiden uzaklaşması, Erdoğan'ın kitlesiyle ilişkisinin kişisel/sembolik bir ilişkiye dönüşmesi de bu sürecin en bariz görüntüleri. Kadın cinayetleri bu hukuksuzlaşma/politikasızlaşma sürecinin içinde bir yerde tabii ama daha önce de söylediğim gibi, daha derinlemesine bakılmaya muhtaç bir konu bu. AKP'nin kadın düşmanı olması işin sadece bir yönü.
 
* Yıllar önce bir söyleşide, "Kadınları ortaklaştıran şey ancak politika olabilir” demiştiniz. Bugün bu politikanın kapsayıcılığını neyle açıklarsınız?
 
Herhalde hepimiz ezildiğimiz için değil, hepimiz bu ezilmeden kurtulmak istediğimiz için, yani politikamızla ortaklaşırız gibi bir şey söylemişimdir. Şimdi de böyle düşünüyorum. Politika maruz kalmakla değil, irade ile ilgili bir şeydir. Feminizm, kadınların kurtuluş iradesinin bir ifadesi olarak hepimizi kapsar- kurtuluş iradesine sahip bütün kadınları.
 
* Özellikle şimdilerde birçok farklı feminist akım tartışılıyor, kesişimsellik talebi ve mücadelesi artıyor. Tüm bu akımlar karşısında kadınların ortaklaştığı söylenebilir mi?
 
Kadınların ortaklaşması ile feministlerin ortaklaşması aynı şey değil, önce bunu hatırlatayım. Feministlerin ortaklaşması gerekmiyor; aslına bakarsanız bu mümkün de değil. Çeşitliliğin ve çoğulluğun kendinde iyi şeyler olması sebebiyle değil, bunların kaçınılmazlığı sebebiyle. Tek bir esas düşman olsaydı, ne yapar eder ortaklaşmanın bir yolunu bulurduk. Ama öyle değil. Çok merkezli bir sistem var karşımızda, biz de öyleyiz. Feminizm içi tartışma bence ortaklaşmayı değil, kendi mücadelemizi daha iyi anlamayı sağlıyor. Öfkemizi, endişemizi, umudumuzu başka kiminle paylaşacağız zaten? Aynı yerde olmasak da aynı şeye karşı mücadele ettiğimiz feministlerle elbette. Siz bakmayın bazen birbirimizin canına okuduğumuza, yolumuzu böyle çiziyoruz, kendimizi böyle anlıyoruz, sözümüzü böyle geliştiriyoruz.
 
* Daha önce feminizmin yarattığı politik alandan söz ederken bu alanın, "90’lı yıllarda devlet feminizmi" diye çok kabaca tanımlanabilecek bir yaklaşım tarafından doldurulduğunu dile getirmiştiniz. Bugünkü feminizme baktığımızda bunu aşan bir yerde mi?
 
90'lı yıllarda devlet feminizmi diye bir şey vardı tabii de feminizmin yarattığı politik alanı doldurduğunu düşünmedim hiç, o güçte olduğunu. O gün de bugün de feminist mücadele devlet feminizmini çok aşan bir mücadele elbette. Bugünün farkı, devlet feminizmi diyebileceğimiz bir şeyin kalmamış olması olabilir, bu da ayrıca düşünülmeye değer bir mesele. Ka-Dem'in bir tür kadın kolu gibi çalışacağını düşünüyordum, onlara bile tahammül edemediler, özellikle İstanbul Sözleşmesi tartışmasında yanı başlarındaki kadınları bile sildiler.
 
*1990’lı yıllardan beri Kürt kadın hareketi kadın mücadelesine ciddi bir ivme kazandırdı. Türkiye kadın hareketi ile bazı noktada ortaklaştığı ancak birçok noktada da ayrıştığı ve kimi tartışmalar yürüttüğünü biliyoruz. Neydi bu tartışmalar?
 
Bu çok uzun cevap verilmesi gereken bir soru. Her bir tartışmanın kendi bağlamı var ve bu bağlamı anlatmadan tartışmayı özetleyince, tamamen farklı bir şey haline gelir. Bunu yapmayı istemem.
 
*Kürt kadın hareketinin Türkiye siyasetine kazandırdığı eşbaşkanlık mekanizmasını feminist hareket içselleştirdi mi,  buna karşı yürütülen tartışmalar yeterli miydi?
 
Eşbaşkanlığı içselleştirecek zaman mı oldu? Kürt kadın hareketi içindeki tartışmayı biraz izleyebildim ve son derece öğretici buldum; çünkü somut bir gerçeklik içinde, somut engelleri ve zorlukları görerek tartışıyorlardı. Biliyorsunuz, eşbaşkanlık uygulamasının nasıl yürüdüğünü, nerede aksadığını anlayacak kadar bir zaman geçmeden, 15 Temmuz oldu, seçimle gelen eşbaşkanlar darbeyle yerlerinden edildiler, tutuklandılar, bitmeyen davalar başladı... Bir noktada dönüp yeniden bakabileceğimizi umuyorum o döneme.
 
Aksu Bora kimdir?
 
Prof. Dr. Aksu Bora, Hacettepe Üniversitesi’nden emekli öğretim üyesidir. 1986 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümünden lisans derecesiyle mezun oldu.  Hacettepe Üniversitesi Antropoloji bölümünden yüksek lisans ve doktora derecelerini aldı. Amargi, Feminist Teori, Politika Dergisi ve Ayizi Yayınları editörlüğünü yürüttü. Aksu, Gündelik Hayat Kılavuzu, Şu Hain Kalplerimiz, Sarı Duvar Kağıdı, Feminist Teori, Parayla Akraba, Antropoloji Tarihi, Tohum ve Toprak gibi pek çok kitap çevirdi ya da çevrilmesine katkıda bulundu.
 
Kitapları: “1990'larda Türkiye'de Feminizm (derleme, Asena Günal'la birlikte). İletişim Yayınları, 2002.Kadınların Sınıfı: Ücretli Ev Hizmetleri Bağlamında Kadın Öznelliğinin Kurulması. İletişim Yayınları Kasım 2005, Sıcak Aile Ortamı/Demokratikleşme Sürecinde Kadınlar ve Erkekler (İlknur Üstün ile birlikte) TESEV Yayını, Ekim 2005, Cumhuriyette Çocuktular: Bir Sözlü Tarih Çalışması, Mine Tan vd. ile birlikte, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2007, Boşuna mı Okuduk: Türkiye'de Beyaz Yakalı İşsizliği, Tanıl Bora vd. ile birlikte. İletişim Yayınları." 
 
Yarın: AKP kadınlar için 18 yılda ne yaptı?