Kadınlar nasıl kentlerde yaşamak istiyor? - 3

  • 09:01 19 Haziran 2019
  • Dosya
 
İstanbul’da kadınlar: Yaşamak istediğimiz kentler hayal ettiklerimizin ötesinde
 
Safiye Alağaş
 
İSTANBUL - İstanbul’da kadınlar ekonomiden, sanata, ulaşımdan güvenliğe kadar nasıl kentlerde yaşamak istediklerini anlatırken, bir yandan da bunların  hayallerden ibaret olduğunu ve ötesine geçemeyeceğini söylüyor. 
 
Kadınlar nasıl kentlerde yaşamak ister? “Gece sokağa çıktığımızda tedirgin olmadan, yeşil alanın bol olduğu, sanatımı özgürce icra edebildiğim, çocuğumla birlikte özgürce dolaşabildiğim, kitap okuyabildiğim alanın olabileceği şehirde yaşamak isterim.” Sıraladıklarımız çok basit görünse de ne yazık ki yaşadığımız kentlerde kadınlar için bunları görmek oldukça zor. Yaşamak istediğimiz kentler hayal ettiklerimiz, sıraladıklarımızın ötesinde. Hayallerimiz kimileri için ütopik olabiliyor. Hatta yaşamak istediğimiz kentlerin hayali ütopik ve mümkün olmadığını düşündüğümüz için biz dahi bu hayalleri söylemekten çekiniriz.
 
Dünya genelinde halklar açısından birçok misyonu açısından önemli bir yeri olan İstanbul Türkiye'nin kuzeybatısında, Marmara kıyısı ve Boğaziçi boyunca, Haliç'i de çevreleyecek şekilde kuruludur. İstanbul Avrupa Yakası ve Anadolu Yakasını birleştiren bir şehir. Tarihte ilk olarak üç tarafı Marmara Denizi, Boğaziçi ve Haliç'in sardığı bir yarımada üzerinde kurulan İstanbul'un batıdaki sınırını İstanbul Surları oluşturuyor. Gelişme ve büyüme sürecinde surların her seferinde daha batıya ilerletilerek inşa edilmesiyle 4 defa genişletildi. İstanbul’un Büyükşehir Belediyesi ile birlikte toplamda 40 belediyesi var.
 
Son yıllarda birbiri ardına ortaya çıkartılan arkeolojik bulgularla insanlık tarihine ilişkin önemli bilgiler elde edildi. Yarım Burgaz Mağarası'ndan çıkarılan taş aletlerle, ilkel insan izlerinin 400 bin yıl öncesine dayanıyor. Bu arkeolojik bulgular yalnızca İstanbul'un değil, tüm Marmara Bölgesi'nin en eski insan izlerini taşır. İstanbul sınırları içinde kent bazında ilk yerleşimler ise Anadolu Yakası'nda Kalkedon; Avrupa Yakası'nda Byzantion'dur. Cumhuriyet dönemi öncesinde egemenliği altında olduğu devletlere yüzlerce yıl başkentlik yapan İstanbul, 13 Ekim 1923 tarihinde başkentin Ankara'ya taşınmasıyla bu özelliğini yitirmiş; Ancak ülkenin ticaret, sanayi, ulaşım, turizm, eğitim, kültür ve sanat merkezi olma özelliğini hala sürdürüyor.
 
İstanbul, Türkiye'de en kalabalık, ekonomik, tarihi ve sosyo-kültürel açıdan en önemli kenttir. Kent, iktisadi büyüklük açısından dünyada 34’üncü, nüfus açısından belediye sınırları göz önüne alınarak yapılan sıralamaya göre Avrupa'da birinci, dünyada ise Lagos'tan sonra altıncı sırada yer alıyor. Dünyadaki çoğu metropol gibi İstanbul’da da farklı kimliklerde insanlar yaşıyor. Kentte en büyük mensubu bulunan din İslam'dır. Dini azınlıkları ise Yunan Ortodoks Kilisesi, Ermeni Apostolik Kilisesi ve Sefarad ve Aşkenaz Yahudiler oluşturuyor.
 
Ekonomi
 
İstanbul, Türkiye'nin iktisadi açıdan en büyük kentidir. Kara ve deniz ticaret yollarının bir kavşağı olması ve stratejik konumu nedeniyle Türkiye'de ekonomik yaşamın merkezidir. Yaklaşık olarak yüzde 38'lik endüstriyel alana sahip olan İstanbul ve çevre illerde meyve, zeytinyağı, İpek, pamuk ve tütün gibi ürünler üretiliyor. Ayrıca gıda sanayi, tekstil üretimi, petrol ürünleri, kauçuk, metal eşya, deri, kimya, ilaç, elektronik, cam, teknolojik ürünler, makine, otomotiv, ulaşım araçları, kâğıt ve kâğıt ürünleri ve alkollü içkiler, kentin önemli sanayi ürünleri arasında yer alıyor.
 
Tarım ve hayvancılık
 
İstanbul, tarih boyunca bir tarım merkezi olmadı. Üretiminde, tarım hep son sıralarda yer aldı. Kent daima üretim merkezi olmaktan çok, tüketimle ön plana çıktı. Buna karşın İstanbul, geçmişte ürettiği az miktarda tarımsal ürünle, kendi gereksiniminin bir bölümünü karşılayabiliyorken; günümüzde tarım alanlarının hızla kentleşmesi ile birlikte ilde tarımın payı en geri düzeylerine ulaştı.
 
‘İstanbul topraklarının yüzde 30’u değerlendirilemiyor’
 
Günümüzde İstanbul topraklarının yüzde 30'u tarıma elverişli olmasına rağmen bu alanlar tam değerlendirilemiyor. 390 bin 150 dekarla, ekim alanlarının yarısından fazlası buğdaya ayrılmış durumdadır. Bunu 159 bin 500 dekarla ayçiçeği izler. Üretimde sebze olarak 4 bin 964 dekarla taze fasulye, meyve olarak 26 bin 617 dekarla fındık birinci sıradadır. Tarımsal üretimde ön plana çıkan ilçeler arasında Çatalca, Silivri, Şile, Eyüp, Beykoz ve Kartal bulunuyor. 
 
Baltalık ormanlar bozuk ormanlara dönüştü
 
İstanbul genelinde tüm orman alanları koruma altına alınmış olmakla birlikte sınırlı miktarda ormancılık faaliyeti yürütülüyor. Geçmişte doğal oluşumlu ormanların büyük bir bölümünden kente yakacak odun sağlamak için yararlanılmışsa da, son yıllarda kentin dört bir yanına uzatılan doğalgaz ağıyla bu gereksinim azaldı. İstanbul'daki bu baltalık ormanların bir bölümü günümüzde bozuk ormanlara dönüştü. 
 
Binlerce yıldır, değişik insan topluluklarına yurt olan İstanbul topraklarının hemen her yöresinde, tarihin çeşitli dönemlerinden kalma tarihî eserlerle karşılaşmak mümkündür. Envanterlerde kayıtlı binlerce tarihî eser arasında, kent duvarları, saraylar, kasırlar, camiler, kiliseler, sinagoglar, çeşmeler ve konaklar bulunur. 2009 yılı istatistiklerine göre İstanbul, Antalya'dan sonra en çok turist ağırlayan ildir.
 
Çoğu Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait geniş koleksiyonları içeren çok sayıda kütüphane bulunuyor. Tarihi belge koleksiyonları açısından en önemli kütüphaneler, Topkapı Sarayı Kütüphanesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi ve İBB'ye bağlı olarak hizmet veren Atatürk Kitaplığı'dır.
 
‘Erkek egemen sistem oldukça eşitlikçi kentler oluşmayacak’
 
Bağımsız feministlerden Haspiye Günaçtı her gün kadına uyguladığı çeşitli şiddet biçimleriyle kendini yenileyen erkek egemen sistem var oldukça hiçbir eşitlikçi kent ve köyün oluşmayacağını söylüyor. Yer yer erkekliğin, kadınların isyanıyla aşındırıldığı veya pusuda bekletildiği kentlerin olabileceğini belirten Haspiye, “Ve kadınlar için şu şehir daha iyidir, şu kent sana uyar, denilen şehirlere baktığımızda da rahat diye tarif edilen alanların aslında o kentin bir caddesi veya ufak bir mahallesinden ibaret olduğunu görürüz. Rahat derken neyi kastediyoruz. Erkeklerin kadınlara müdahale etmediği yerleri kast ediyoruz. Erkek baskısının, şiddetin olmadığı sokakları. Eşit hak ve özgürlük derken, aynılıkları kastetmiyor sadece o hakkın pozitif bir yerden kullanılmasını kastediyoruz. Kadınlar her yerden geçen gider yürür. Öyle ise neden ‘kadınlar kahvenin önünden geçemez. Şuraya, şuradan gidemez’ diyorlar. Çünkü esas sorunu egemeni cümle içinde gizliyorlar. ‘Orada erkeklikler ağırdır, baskındır, erkekler kadınların rahatça gezmesini engeller’ demeliyiz” diye ifade ediyor. 
 
‘Kapitalizm erkek egemenliği içi içe geçmiş’ 
 
Kentlerin planlanmasında feminist kadınların eşit bir masada etrafında da erkeklerle birlikte tartışıp kadın bakışını da örerek oluşturulmadığı sürece o mahallenin kağıt üstünde dahi kadın mahallesi olamayacağını vurgulayan Haspiye, hemen ardından “Umut var mı?” diye soruyor. Haspiye, devamında şunları dile getiriyor: “Çok basit bir şey söyleyeyim. Bir kentin genel tuvaleti ücretsiz olursa. Kadınların ulaştığı kolay bir yerde ve tuvalet kağıdı, kadın pedi bulunan bir tuvalet ise orada bir adım atılmış demektir. Var mı böyle bir kent? Yerel bir televizyonda bir erkeğin konuşmasına rast geldim. Diyordu ki ‘Bu köyde dul kadın olmak zordur, kadın şu işleri tek başına yapamaz, şuraya gidemez buraya gelemez.’ Ama kendi durduğu yeri sorgulamıyordu. Halbuki dul, boşanmış veya tek yaşayan kadınların sorunlarla baş edememesi gibi bir derdi olmaz. Zaten ev içinde yaptıkları zorluk derecesi tartışılmaz işler varken. Bütün köylerde odun kırmak, çay biçmek, hayvanlara bakmak dahil bütün işleri yapan kadındır. Dul bir kadının sorunuymuş gibi göstererek esasta sorun olan erkeler olduğunu gizliyorlar.  
 
‘Baskının zayıfladığı kentler kadınlar için daha kolay’
 
Bir kentin parkları var. Göreceli olarak erkekler hadlerini biliyor gibi,  ama motosiklet böğürtüleri, otomobil klaksonları gece gündüz tam bir erkek şiddeti göstergesi iken buna mani olacak bir yapı yok. Bu gürültü de hadi uyut bebeğini uyuyabilirse. Kapitalizm erkek egemenliği iç içe geçmişse orada kadınların özgürlüğünden bahsedilemez. Patriarkal baskının zayıfladığı kentler kadınlar için daha kolay kentler olabilir. Endüstriden,  fabrikadan, alt geçitlerden, huzurevi, kreşlerden, çamaşırhane ve aşevlerinden; ulaşım veya barınma ısınma olanaklarından ve bu zorunlu ihtiyaçların kime göre düzenlendiğinden ben bahsetmeyeyim.”
 
‘Kültürel aktiviteler bölgeye, hatta ilçeye göre değişiyor’
 
İstanbul’da doğup büyüyen Berivan Kılıçkıran (20) üniversiteyi de şuan İstanbul’da okuyor. Berivan son 6 yıldır İstanbul’un Esenyurt ilçesinde yaşıyor. Berivan üniversite öğrencisi ancak geçimini sağlayabilmek için aynı zamanda çalışıyor. İstanbul’da gençler için oluşturulan komplekslerin bölgelere hatta ilçelere göre dahi değiştiğini söyleyen Berivan, “Özellikle Esenyurt’ta buna dair bir şey yok. Sporu da geçtim. Zaten fiziksel aktivitelere dair hiçbir şey yapamıyoruz. Bunları yapabilecek takatimizde olmuyor açıkçası. Çünkü okula gidiyoruz, okuldan gelip işe gediyoruz. Hangi ara fiziksel aktiviteler yapacağız. Ama en azından düşünceye yönelik aktiviteler yapabilirler. Örneğin kütüphane, dil kursları, tiyatro olabilirdi. Bu tarz aktivite veya hizmetlerin olmasını beklerdim” diye belirtiyor. 
 
‘Şartlar zor’
 
Taksim, Beşiktaş, Kadıköy gibi yerlerde kültürel aktivitelerin kısmen de olsa gerçekleştiğini ifade eden Berivan, “Tabi bizim oraya ulaşımımız biraz zor. Şartlar da biraz zor. Hem okuyoruz, hem çalışıyoruz. Sadece ben değil tanıdığım birçok öğrenci hem okuyor, hem çalışıyor. Bu yüzden benim buradan oraya gitmem biraz keyfi kaçıyor. Zor oluyor benim için” sözlerini kullanıyor. 
 
‘Yaşadığım kent güvenli değil’
 
Yaşadığı kenti güvenli bulmadığını belirten Berivan, “Bu aslında çok klişe bir cümle. Ama bu kenti kendim için güvenli bulmuyorum. Çalışıyorum ben örneğin. Gece işten döndüğümüz zaman güvensiz hissediyorum. Etrafımdaki herkese karşı şüphe ile bakıyorum. Bu insana kendini kötü hissettiriyor. Böyle düşündüğüm için aynı zamanda vicdan azabı çekiyorum bir bakıma. Diyorum ki insanlar hakkında kötü düşünüyorum, insanları suçluyorum. Korkarak geçiyorum yanlarından. Yanından geçen herkes özellikle her erkek senin için bir şüpheli, bir sapık, bir tacizci diye düşünüyorum. Bu şekilde yaşamak kötü bir şey. Böyle hissediyorum. Böyle düşünüyorum. Çünkü çevremizdeki olaylara baktığımızda bunları düşünmeye itiliyoruz. Bu aynı zamanda bir savunma mekanizması olarak gelişiyor. Böyle düşüneceğim ki bir şey olduğunda kendimi savunabileyim diyorum. Kimseye güvenemiyorum. Özellikle gece yarısı işten geliyorsam bu böyle. Güvenmeyeceksin” diye anlatıyor. 
 
’18-24 yaş arası gençlerin boğulduğunu kimse görmüyor’
 
Nasıl bir kentte yaşamak istediğini anlatmayı sürdüren Berivan bunun hayalden öteye geçemeyeceğini söylüyor. Bunun söylerken “Ama aslında olması gereken şeyler” diyen Berivan bu durumu şu şekilde özetliyor: “En basitinden ‘okula gittiğim zaman İstanbul trafiği yüzünde acaba sınavıma yetişecek miyim? Otobüs saatinde mi gelecek? Otobüs kalabalık mı? Olacak. Bu gün kimle tartışacağım?’ gibi soruları düşünmeseydim güzel olurdu. Biraz daha normalleşseydi keşke. Aslında hayal değil bunlar olması gerekenler. Ama ben önce bunların olmamasını bunları düşünmemeyi isterdim. Hem çalışıp hem okuyoruz. Çalışmak zorunda kalmasaydık. Sadece okula gidebilseydik. Çeşitli spor, kültürel aktivitelere gidebilseydik çok daha güzel olurdu. Açıkçası benim pek bir beklentim yok. Şuanda en önemli sıkıntı bu. Özellikle 18-24 yaş arası gençlerin boğulduğunu kimse görmüyor. Asıl onların bu şehirde boğulduğunu kimse görmüyor farkında değil. Bu noktada geleceğe dair bir beklentim yok. 
 
‘Belediye aktivite yapıyor, ama içi boş’
 
Burada belediyeler çeşitli aktiviteler yapıyor gibi gösteriyor ama içi boş. Olsun isterdim. Gitmeye zamanım olur mu? Bilmiyorum. Örneğim Esenyurt Belediyesi bir drama okulu açacaktı sözde. Her yere afişler astılar. Benimde ilgim vardı. Başvurdum. Sadece bilgilerimi aldılar. Gittim geldim hiçbir şey olmadı. Öyle kaldı. Yoğun süreçte en azından o benim için bir ışık olurdu. Yakın çevremde tiyatro gösterileri çok yok. Olanlarda daha çok elit kesime hitap ediyor. Yada düşünce kesimi dar insanlara yönelik tiyatrolar oluyor. Buda benim hoşuma gitmiyor. O yüzden gitmiyorum. 
 
‘Bir iki meyve ağacı dahi görsek güzel olurdu’
 
Bunun ötesinde şehrin biraz daha yeşil olmasını isterdim. En azından bir iki meyve ağacı görsek dahi güzel olurdu. Her yer o kadar betonlaştırılmış ki buna dair hayal dahi kuramıyoruz. Parklar biraz daha arttırılabilirdi. Bir kenarda bir ağaç dahi ekilse bizim için bir güzelliktir. Yaşadığımız mahallede ortak kullandığımız tek yeşil alan bu parktır. Yanından E5 geçiyor etrafı binalarla çevreli. Bütün mahalleli burayı kullanıyor. Sürekli kalabalık kirletiliyor. Buraya çok geç saatlerde gelemiyoruz. Yani ben gece gezebilmek isterdim. İşe gitmediğim günlerde saat dokuzda evde olurum. Çünkü güvenli bulmuyorum. Etrafın tehlikeli olmadığını bilerek bundan emin olarak gece gezebilmek isterdim.”
 
‘Kentlerimiz erkek kentleri olarak planlanıyor’
 
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Doc. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu yaşadığımız kentlerin çok uzun zamandan beridir “erkek kentler” olarak planlandığını dile getiriyor. Kadınlarla erkeklerin eşit haklar çerçevesinde yaşamasına uygun mekanlara sahip olunmadığına işaret eden Pelin şunları belirtiyor: “Cumhuriyet döneminde kamusal alanların artması ile birlikte modern ve batılı bir toplum yaratılması çerçevesinde kadınlara kamusal kemanlarda yer bulmasına ilişkin bazı düzenlemeler yapılmıştır. Büyük parkların meydanların düzenlenmesi bunlardan bir tanesidir. Yada fabrikaların açılması ve kadınların buralarda istihdam edilmesi gibi uygulamalarla bir nebze aşılmaya çalışılmıştır. Ama bunun dışında gerçek anlamda mekan üzerinde düzenlemeleri ve kadının erkeğin eşit bir şekilde yaşamasını sağlamasına yönelik mekânsal düzenlemeleri bulamıyoruz. Halbuki son yıllarda buna ilişkin yasal düzenlemelerinde gelmeye başladığına tanık oluyoruz buna rağmen ne yazık ki gerçek çözümler kalıcı çözümlere hala sahip değiliz.”
 
‘Ulaşım herkesin sorunu ama kadın için daha önemli’
 
Kadın perspektifinden bakıldığında İstanbul’un birçok kusurundan söz edilebileceğini vurgulayan Pelin, bunlardan birinin de ulaşım olduğuna dikkat çekiyor.  Pelin, ulaşımın herkesin sorunu olduğunu ancak kadın açısından çok daha önemli olduğunun altını çiziyor. Kadının işine gidip gelebilmesi, geç saatlerde çalışabilmesi açısından uygun ulaşım olanakları ve düzenlemelerin bulunmadığını kaydeden Pelin, nasıl bir kent istediğini şu şekilde anlatıyor: “Kadına ayrımcılık yapan bazı uygulamaları, bazı kentlerde görüyoruz. Pembe taksi, kadın metrobüsü gibi uygulamalar. Bunlara katılmıyoruz. Bunlar başka bir ayrımcılığı beraberinde getiriyor. Kadını aslında toplumdan soyutlayan düzenlemeler. Esnek iş saatlerine sahip çalışma mekânlarını da ne yazık ki bulamıyoruz. Ya da evden çalışma imkânı veren bazı düzenlemeler yok. Bu yüzden de kadın istihdamında da erkeğe g öre çok daha geri kalıyor. Mesela 25 yaş grubuna baktığımızda neredeyse iki üç kat kadar erkekten geri durumda. Buna yönelik düzenlemeler hala yok. 
 
‘Engelli bir kadın bu kentte yer bulamıyor’
 
Kontrollü ve denetimli kamusal mekânların hala yeteri kadar olmaması, yeşil alanların yeteri kadar olmaması kadınların dışarıda olmasına imkân vermiyor. Bebek arabasıyla yürüyüş yolları bisiklet yolları gibi kadının dışarıda bulunmasına olanak veren yolları çok daha fazla olması gerekiyor. Bu gün bizim kaldırım standartlarına baktığımızda ne yazık ki ne kadar geri durumda olduğumuzu ve çocuklu bir kadının dışarıda olmasına olanak tanımadığını görüyoruz. Gerek genişlikler, gerek yükseklikler, gerek üzerine dikilen direkler ve diğer kent mobilyaları açısından baktığınızda bebek arabasıyla bir kadın bu gün sokaklarda ne yazık ki yürüyemiyor. Ya da engelli bir kadını düşündüğümüzde ve diğer engelli vatandaşlarımız gibi onlarda kent mekanı içinde kendilerine ne yazık ki bir yer bulamıyorlar.” 
 
‘Planlı bir yaklaşımla düzenlemeler olabilir’
 
Planlı bir yaklaşımla mutlaka düzenlemelerin yapılabileceğinin altını çizen Pelin, sözlerini şu şekilde sürdürüyor: “Bakın bu gün İstanbul’un içinde artık neredeyse yeşil alan birçok yerde bulamıyorsunuz. Özellikle çeper yerlerde sonradan gelişen yerleşmelerde sadece konut alanlarını görüyoruz. Sadece büyük inşaatlar görüyoruz. Mega projeler görüyoruz. Yeşil alanlar nerede sadece dolgu alanlarında bu inşaat artıklarının malzemelerinin hafriyatlarının döküldüğü kıyı alanları var. Kent toprağı o kadar pahalı ki artık kimse ondan fedakarlık etmek istemiyor. Bu ne anlama geliyor. Kadının çocuğuyla veya kendi başına nefes alabileceği bir ortamın olmaması anlamına geliyor. Sadece uzak kıyılarda var. Onunda oraya erişebilmesi bile büyük bir problem. Çünkü erişebilirlik açısından yeşil alanlar asında her mahallede bulunması gereken donatılardan bir tanesi. Ama biz bunu şehir içinde o kadar ötelere taşıyoruz ki kadının nefes alacağı bir yer yok. Kapının önüne oturmaktan başka hiçbir çare hiçbir alternatif sunmuyoruz. Bunlar planlarla tabi ki düzelebilecek şeyler. Olması gereken şeyler. Ama yerel yöneticilerin nasıl baktığına bağlı. Onların vizyonuna bağlı. Şimdiye kadar böyle bir bakış açısı olmadı. Ne yazık ki bunu görmüyoruz. Çünkü yönetime baktığımız zaman, hem ilçelerde hem de merkezde genel olarak gördüğümüz şey şehir toprağının olabildiğince inşaata teslim edilmesi yönünde bir planlama var.
 
‘Yeşil alanlara ihtiyaç var’
 
Yeşil alanların diğer sosyal donatı alanlarını zaten standartlarını hiçbir zaman tutturamıyoruz. Yani batılı ülkelere baktığımız zaman neredeyse onda biri kadar yeşil alanlara sahip bir şehirde yaşıyoruz. Kişi başına oranlarına baktığımız zaman bunlar planlarla düzelebilir. Tabi ki yeşil alanlara diğer sosyal donatı alanlarına ihtiyaç var. Bunlar gerçekleştirilebilir. Ama bu gün bakın ne yapılıyor biliyor musunuz? Bütün konut projelerinde tek zorunlu tutulan donatı camidir. Ya da işte dini tesis alanıdır. Bu yapılmadan bu gün konut projelerine ruhsat verilmiyor.  Eğer sosyal donatıysa bunun içinde dini tesiste olur. Sağlık tesisi olur, yeşil alanda olur. Veya başka bir sosyal tesiste olabilir. Neden bir tek dini tesis alanının da zorunlu tutulduğunda tartışmamız gerekiyor.”
 
‘İnsanlar özgürce inançlarını yaşayamıyor’
 
Demokratik Alevi Derneği (DAD) Eş Genel Başkanı Selda Güneş Yalova’da doğup büyümüş uzun süredir İstanbul’da yaşıyor ve aslen Dersim’li.  Merkezileşmiş inanç dışında kalan hiçbir inancın kentlerde özgürce yaşayamadığını söyleyen Selda özellikle Türkiye’de yaşayan Aleviler olarak tamamen görünmeyenler olduklarını vurguluyor. İçerisinde Alevi veya Kızılbaş oldukları bilinciyle yetişmediklerine işaret eden Selda şunlara dikkat çekiyor: “Sadece hak yolu olarak kendi bildiğimiz Hızır orucu tutarak On iki imamları tutarak yetiştik. Ama sokağa çıktığımız andan itibaren belirlenmiş bir Kızılbaş kimliği vardı. Çocukken çocuklarla oynadığımızda örneğin bize sizin ekmeğiniz yenilmez, sizin kapınızda köpek bağlanmaz gibi kavramlar kullanılırdı. Sokakta bir öteki kavramıyla, öteki kimliği olduğumuzu görerek yaşadık. Yani inancımızı özgürce yaşayanlardan değiliz. Bilakis inancımız üzerinde öteden beri ötekileştirilen grup olarak yaşıyoruz.
 
‘Demokratik bir anayasanın olduğu bir Türkiye’
 
Oysaki inancımızı özgürce yaşayabilmenin çok basit yolları var. Yurttaşlık hakkının tanınması lazım. Anayasada güvencenin sağlanması gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Hristiyan, Musevi, Alevi yada sayamadığımız tarikat ve inançlardan herhangi bir tanesine ait bir kişi dahi varsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bunu tanıması bu konudaki sorunu çözecektir. Tanımlaması değil tanıması gerekiyor. Ne yazık ki ne Osmanlı’da nede sonrasında hükümetlerle inancı tanımlama gelişmedi. Sadece benim belirlediğim Alevilik benim belirlediğim İslam, benim belirlediğim Hristiyanlık çerçevesinde yaklaşım tarzı halen günümüzde devam ediyor. Demokratik bir anayasa ve bu anayasanın işlendiği bir Türkiye hepimiz için çözüm olacaktır diye düşünüyorum.”
 
‘Tüm bu yaşam biçimlerinin ötekisiyiz’
 
Hiçbir kentin diğerinden bağımsız olmadığını söyleyen Selda, “Örneğin Dersim’de, Nevşehir’de de durum çok farklı değil. Ya da bir kentin orada yaşayan unsurlarının her bir tanesinin tüm hassasiyetleri ya da varlık hakkı görülmediği sürece tüm kentler benzerdir. Özel kadın olarak bizler öteki olarak tanımladığımız tüm bu yaşam biçimlerinin diğer ötekisiyiz. Bir Kürdüm, bir kadınım, bir Kızılbaşım dolayısıyla bu sistemin öteki olarak tanımlayabildiği ne olarak düşünebiliyorsanız o benim işte. İşte tamda burada DAİŞ çetelerinin, ya da aşırı uçlaştırılmış İslam anlayışının etkilerinin halen egemen olduğu bu coğrafyada bir kadın olarak yaşamını idam ettirmek daha da zorlaşıyor. İstanbul her ne kadar batı modernizasyonu etkisi altında görünse de asıl köylerden gelen göçlerle birlikte gerçek anlamda mahalle baskısının belirli iktidar inancı dışında kalmış tüm unsurların müdahaleye uğradı ya da görmezden gelindiği alan olarak tanımlayabiliriz. İstanbul bunların merkezi olarak tanımlayabiliriz” ifadelerini kullanıyor. 
 
Rıza şehri olarak tanımladığımız bir yaşam formumuz var’
 
Mevcut belediyecilik anlayışının, özellikle merkezi iktidar anlayışının yoğun olduğu yerlerde iktidardan bağımsız olmadığını ifade eden Selda kentte pek çok şeye ulaşmanın daha kolay göründüğünü, ancak bunun insanları özgür yapmadığını dile getiriyor. Çok fazla tüketim unsurlarına sahip olmanın özgür bir kent sunmadığının altını çizen Selda, “İstanbul modern bir kent, metroları var. Ama metronun olması İstanbul’u modern yapmıyor. İstanbul ne zaman modern bir kent olur? Alevi’si, Hristiyan’ı, Sünni’si, Yahudi’siyle ile birlikte hep birlikte razılı rızalı herkesin karnının doyduğu bir yer olduğunda modern olur. Bir rıza şehri olarak tanımladığımız bir yaşam formumuz var. Karıncanın, tırtılın, yaprağın, suyun, havanın da hakkının gözetilebildiği bir yaşam derdimiz var. İşte buna biz rıza şehri diyoruz. Bir Alevi olarak en çok buna yakın bir yaşam formu beni mutlu eder” sözlerine yer veriyor. 
 
‘Doğanın sömürü kaynağı olarak tanımlanmadığı bir şehir’
 
Doğanın önemine de değinen Selda, “Doğanın doğal sömürü kaynağı olarak tanımlanmadığı bir şehir olması. Aynı zamanda kentte yaşarken bir yerden bir yere gitmenin rahat sağlanabileceği bir toplu taşımaya teşvik edebileceği bir ulaşım olması.  Yine burada yaşayan bir kadın olarak çocuklarımızın rahatça okuldan eve gidip gelebileceği bisiklet yollarının geliştirilmesini isterim. Bu çocuğun aynı zamanda fiziksel aktivitelerini geliştirebilecek okula bisikletle gidip gelebileceği bisiklet yollarının yapılmasını isteriz. Çocuklarımızın hafta sonları bulunduğu en yakın spor aktivitelerine gidebilmesi ve her birinin ücretsiz olması isterim. Halk doğal kaynak olarak tanımlanmaktan çıkmalı. Nasıl doğa bir kaynak değilse insan emeği de doğal bir kaynak değil. Evet yaşamımızı idame ettirmek için bir emek üretiyoruz. Onun bir karşılığı oluyor ama bunun en hakça geri dönüşü olması lazım” diye vurguluyor. 
 
‘Benim için İstanbul’da en büyük sorun özgürlük’
 
Sanatçı Tara Mamedova Orta Asya’da Kırgızistan’ın Kok-Yangak Şehrinde Kürt bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Burada 8 yıl kalan Tara daha sonra ailesi ile birlikte Rusya’ya göç eder. Küçük yaştan beri sanatla ilgilenen Tara müzik eğitimini Moskova ve Paris’te gördü. Tara birçok dilde şarkı söylese de Kürtçe şarkı söyleyerek sanatını Kürtçe icra ediyor. Tara 5 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Kendisi için İstanbul’da en büyük sorunun özgürlük olduğunu dile getiren Tara burada özgürce yaşayıp kendini ifade edememenin büyük bir sorun olduğuna dikkat çekiyor. 
 
‘İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biri’
 
Kadının, erkeğin, çocuğun hatta hayvanların dahi özgürlük sorunu olduğunu gördüğünü belirten Tara şunları ifade ediyor: “Bir gün özgürce bu şehirde yaşamayı hayal ediyorum. İstanbul şehri dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Ne yazık ki yeşillik, yollar parklar içinde kalmadı. Çocuklarımızın oynayacağı alanlar kalmadı. Bizim yürüyebileceğimiz alanlar kalmadı. Oturup kitap okuyabileceğimiz, arkadaşlarımızla görüşebileceğimiz alan kalmadı. En önemlisi ise doğanın doğal hali kalmadı. Doğanın doğal halinin var olmasının en güzel özeti duyguları özgürce yaşatıyor. Doğa yoksa duygularımızda yavaş yavaş sönecektir. Bu insanın yaşamına çok büyük bir etki ediyor. Büyükşehrin kalabalığı gürültüsü kokusu havası ve insanları insanın gözündeki ışığı söndürüyor. Bu birazda insanın kendi yaşamına bağlı. Ben pozitif biriyim. En kötüsünde dahi yaşamaya tahammülüm var. Ancak ne yazık ki çocuklarımız için geleceğimiz için bu büyük bir engeldir.”  
 
İstanbul’un derin ve büyük bir şehir olduğunu dile getiren Tara şunları ifade ediyor: “Gezdikçe gördükçe daha derin şeyler görüyorsun. Derinliği benim için çok büyük. Bu bizim bakış açımıza bağlı birazda. Nasıl görmek istediğimize bağlı. İstanbul’da sanat alanında çok değerli çalışmalar görüyorum. Sorun şu ki bu sanatçıların önü açılmıyor. Eğer sanatın ve sanatçının önü açılırsa İstanbul zaten Dünya’da sanatın şehri olur. Ben Kürt bir sanatçıyım. Sanatımı Kürtçe yapıyorum. Bu noktada Kürt dilini tanıtmak istiyorum. Sadece Ecnebi insanlar için değil Türkiye halklarına tanıtmak istiyorum. Bunun içinde en önemli şey kendi içinde bir özgürlüğün oluşmasıdır. Eğer kendi içinde özgürlüğü sağlanmazsa sanatın yolunun açılması çok zor. En basitten bir şey söyleyeyim ben burada bir konser vermek istediğimde hayır sen Kürt’sün, sen sanatı Kürtçe yapıyorsun burada konser veremezsin dediklerinde o zaman benim için çok zor olur. Sanatı inşa etmem çok zor olur. Kürtçe televizyonlar, Kürt sanatını genişçe ve alternatif sanatta yayın yapan televizyonlar neredeyse yok. Sanat ve sanatçının sahnesi yoksa ne o olur. Sanatçılarında sesi kısılmış olur. Hepimizin kafasında çok büyük hayaller var. Belki de asla gerçekleşmeyecek hayaller bunlar." 
 
‘Hayalimdeki şehir bu dünyada yok’
 
Hayalindeki şehrin bu dünyada olmadığını ifade eden Tara, "Ancak bir kadının özgürce bir şehirde yaşayabiliyorsa, sokakta yürüyebiliyorsa, özgürce parklarda oturabiliyorsa sanatı icra edebiliyorsa, tiyatroya, sinemaya, dans gösterilerine gidebiliyorsa o şehir benim için yeterlidir. Ben bunların olmasını istiyorum. Ancak birde şunu umut ediyorum. Kürt sanatçıların sanatını özgürce icra etmesine izin versinler. Onlarda Türk sanatçıları gibi her yerde, hatta bütün dünyada sahne alabilsinler. Şarkılarını söylesinler" diyor. 
 
Yarın: Kars’ta farklılığı renkliliğe dönüştüren kadınlar birlikte yaşamı savunuyor