8 Mart’a doğru kadınlar anlatıyor… (4) 2021-03-03 09:01:09     Adım Sûad, ben Êzidî'yim!    Evîn Zenda - Elmas Nayîf   ŞENGAL -  "Her şey uzak ve karanlıktı… Sadece ‘incitiyordu" diyor Sûad Seydo Xelef, neresinin daha çok incindiğini bilmeksizin. Sonu güneşle buluşanların hikayesini anlatan Sûad, "Güvenin, inancın toplamı burada bu hikayemi anlatmamdır" diyor.    Tanrıların ve tanrıçaların diyarı Şengal, an geldi Derveş ve Adule oldu, an geldi Musul çöllerinde bir özgürlük vahası… Uzunca oluşmuş, yılan gibi kıvrılan dağ silsilesi, uçsuz bucaksız bir düzlüğün içinde başını kaldıran Şengal, sabah güneşiyle yaşamı yeniden yaratan kadınları, erkekleri bağrında saklandı. Seherde ‘xweda’ ile sohbet ederken, ardından gelecek 73’üncü ferman, neler götürecekti hayatlarından… Güneşin saf haliyle güne başlayanlar bir sabah karanlığa büründü ve ardından mahşer. Bu mahşerde sonun başlangıcını yeniden yaratacaktı Êzidî kadınlar.    Hiç kolay değildi beyaz kıyafetlerden sonra karanlık bir kabusu üzerinde taşımak. Kadınlar, çocuklar, erkekler, tekrar doğmak istediler. Evet, yaşamla ölüm arasında örülen o ince bağ kendini göstermişti. İki seçenek vardı karşılarında, ya karanlığa hapis olacaklardı ya da güneşli sohbetlerine yeniden devam edeceklerdi.   Karanlığı yırtıp güneşle buluşan Sûad Seydo Xelef, bizlere hikayesini anlatıyor…    Yaşadığın topraklar her ne kadar senin olsa da bir an olur içinde yabancı olursun. Bazen değiştirmek istersin, bazen de var olanla yaşarsın. Sûad, böyle bir çocukluk yaşadığını söylüyor. Küçücük köyünde mutlu, ama bir o kadar da korkuyu içinde taşıyarak...    “Adım Sûad Seydo Xelef. Êzidî’yim. Şengal Katliamı öncesinde Dûmîz köyünde yaşıyorduk. Zaten burada doğup büyüdüm. Benim hikâyem de tarih boyunca tüm Êzidîlerin yaşadığı gibi. Çocukken ailemin durumu iyi olmadığı için hep okuyup bir meslek sahibi olmak isterdim. Çocukluk aklı işte bir mesleğim olursa ailemi de bu durumdan kurtaracağımı düşünürdüm. Tüm zorluklara rağmen köyümde mutlu bir çocukluk geçirdim. Hep annemin gözde çocuğuydum. Bilirsiniz bizim toplumda kadınlar üzerinde çok baskı yapılırdı. Görürdüm bu baskıları ve düşünürdüm; acaba büyüdüğümde bu şekilde bir yaşamım mı olacak, ben de mi bu kadar baskı göreceğim? Açıkçası bu durum beni çok korkuturdu.”    Takvimler 2014’ü gösterirken Sûad, hiç unutamayacağı bir sabaha uyanmıştı. İlk defa oyun oynadığı kapı avlusu bu kadar sessiz ve karanlıktı… Güneş o sabah gülümsememişti Êzidxanlara ve Sûad bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydı.   “Hikayelerle büyüdük. Hikayelerimiz hep fermanlar üzerine olurdu. Bazen uzak gelirdi bana o hikayeler ve bir daha olmayacakmış gibi dinlerdim annemden, babamdan ve büyüklerimden. 29 yaşıma gelmiştim. O gün gelmişti, o hikayeyi bu sefer ben yaşayacaktım. İlk önce DAİŞ’in bize zarar vermeyeceğini ve sadece askerlerini yerleştireceklerini söylediler. Bir sabah uyandık. O sabahı hiç unutamıyorum. Etrafımızdaki komşularımız kaçmıştı. Kimse kalmamıştı. Biz de yanımıza alabileceğimiz birkaç eşya ile kaçmaya karar verdik. Ama kaçamadık… Geldiler ve ilk yakalanan ailelerden biri olduk. Mahşer alanıydı, anneler, babalar, çocuklar, evliler, bekarlar… Herkesi ayrı ayrı yerlere gönderdiler.   Bizi önce nüfus dairesine ardından da Musul’a bağlı Badoş’a götürdüler. Orada genç kadınlar olarak yalnız kaldık. Daha sonra bizi Şengal’e yakın olan Tilehfer’ye getirdiler. Gruplar şeklinde ayrıldık. Birbirimizle konuşmamıza izin vermiyorlardı. En sonunda bizi Rojava’ya götürdüler.”   Hiçbir filme, kitaba, şiire konu olmamıştı onların hikayesi. Defalarca karanlığa girmiş bir halk, bu sefer zifiriyi yaşıyordu. “İncitiyordu” diyor Sûad, neresinin daha çok incindiğini bilmeden.  “Kalbim, ruhum, bedenim ve zihnim… Her yer ayrı ayrı inciniyordu” sözleriyle o ânları paylaşan Sûad, her şeyin söze dökülemeyeceğini hatırlatırcasına anlatıyor…   “Dövüyorlardı, aç bırakıyorlardı ve soğuk havada bekletiyorlardı. Çünkü biz onların kölesiydik ve bize her yaptıkları onlar açısında mubahtı. Bundan kötü bir durum olamazdı bizim açımızdan. Yapılan muamelelere isyan ediyorduk. Farkındaysanız sadece kendimden söz edemiyorum konuşmalarımda. Hep ‘Biz’ diyorum. Çünkü orada alıkonulan her kadın aynı acıyı çekti. Öyle işte… Dedim ya isyan ediyorduk. Bu isyanlarımızın karşılığı ne mi oluyordu? Ağır işkenceler tabii. O sürecin her ânı, her dakikası zordu, acıydı…   Hiç unutmam, yanımızda küçücük çocuklar vardı. Öncesinde sokaklarında oyun oynayan çocuklar… Yanımızdan alıp tecavüz ediyorlardı. 10 yaşındaki çocukları nasıl anlatabilirim ki…”   Zaman geçiyor takvim yaprakları birer birer dökülüyordu. Günler, aylar, yıllar geçiyordu. 4 yıl olmuştu Sûad’ın, DAİŞ karanlığı içerisindeki varlığı. Başından geçenleri hatırlamak istemeyen Sûad sadece ona umut olan noktaları bizimle paylaşıyor. Yaşadıklarını da anlattıkları cümlelerle anlamamızı istiyor. Sûad, fizikken orada tutsak olduğunu fakat esaret edildikleri ilk gün düşündükleri kaçış planının hep diri olduğunu söylüyor.  Kara çarşafın altındaki yolculuğu onu gün be gün güneşe yaklaştırıyordu… Bir sabah vaktinde düştüğü karanlıkta, bir gece vakti ile güneşe yürüyordu…   “Tamı tamına 4 sene köle olarak ellerinde kaldım. 4 senenin ardından bizi Bahoz’a götürdüler. Kara çarşafın altında bir yolculuk. Bahoz’a gittiğimizi öğrendiğimde o kara çarşafın altında büyük bir umut belirdi bende. Hissediyordum, az kalmıştı. Beni, bizi kurtaracak birileri vardı etrafımızda. Hiç tanımadığım ama adını duyduğum YPG bana umut oldu. DAİŞ onlara yaklaşmamamız için bizi sürekli uyarıyordu. YPG’nin bizi başka devletlere göndereceğini söylüyorlardı.   Tüm cesaretimi toplamıştım. Ve böyle yaşayamayacağımı kendime söyleyip duruyordum. Bir çıkış noktası aramam gerekiyordu. O çıkışı nihayet buldum. Yanıma bir kız ve bir erkek aldım ve kendi aramızda planlama yapmaya başladık. Biri YPG ile temas kurmalıydı. Biz kadın olduğumuz için onlara ulaşmamız daha zor olacaktı. O yüzden erkek olan gitti. Bir yandan yakalanacağız diye korkuyordum diğer yandan ise ‘En kötü ihtimal yakalanırız ve yine işkence görürüz’ diyordum. Bunu da zaten her gün yaşıyorduk. Değişen bir şey olmayacaktı. Sonunda arkadaş gitti ve görüştü. Êzidî olduğumuzu söyledi. Ondan sonra bir bekleyiş haline girdik. Ha bugün, ha yarın… Ve o gün gelmişti. 2019’da gece 01.00’de sesler geldi. İnanamıyordum… Bir rüya gibiydi ve bizi kurtardılar. Tekrar doğmuştum. Dünya bana hiçbir zaman o günkü kadar güzel görünmemişti. Ve özgürdük… O ânın tarifini yapamam. Çünkü DAİŞ’in eline düştüğüm günden sonra hep o ânı hayal etmiştim. Kurtulmuştuk. Bizi Êzidî evine götürdüler. Orada ailemle irtibata geçtim.”   29 yaşında esaret altına düşen Sûad, karanlığı 33 yaşında yırtıyor. Hayatı boyunca her şeye “Evet” diyen Sûad ilk defa DAİŞ’e “Hayır” diyor. Yeni bir doğum gerçekleştiren Sûad’ın artık yeni hayalleri var.   “Artık ailemin yanına gelmiştim. Ne yapacağım diye kendime soruyordum. Bundan sonraki süreç benim için ne olacaktı. Tek bildiğim hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık ve yaşadıklarım, gördüklerim için bir yerden başlamalıydım. Ben kurtulmuştum ama hala arkadaşlarım, tanıdıklarım DAİŞ’in işkencehanesindeydi. Tüm esir olan Êzidî kadınlar için bir çalışma yapmalıydım. Bunun için Êzidî Kadınlara Yardım Kurumu’nda çalışmaya başladım. Hala da bu çalışmayı yürütüyorum . Çok kutsal bir görev üstlendim, geleceğimiz için bu şarttı. Bu saatten sonra durmayı asla kabul etmem. Çünkü hayatımda ilk defa bir şeye ‘Hayır’ demiştim. DAİŞ’in köle dayatmasını kabul etmemiştim.   Küçükken kurduğun hayalleri bir tarafa bırakıyorum artık. DAİŞ’ten kurtulduktan sonra özgür bir yaşam benim için en büyük hayal oldu. Biz Êzidîler için katliamsız bir yaşam ve dünya diliyorum. Çok samimi bir şekilde kadınlara şunları söylüyorum; bakın ben kurtuldum ve buradayım. Yeter ki kendinize güvenin. Güzel bir sayfa açmak için mücadele etmekten asla vazgeçmeyin…”   Yarın: ‘Roboskî ilk isyanım, Gezi ise  itirazım oldu’